Kült Filmlerin Artık Kitapları Var (Rıza OYLUM)

Sinema yayıncılığı özellikle son birkaç yıldır oldukça zenginleşti. Dünya literatürünün birçok temel sinema kitabı artık Türkçe olarak yayınlanıyor. Bu dönem içinde yayınlanan sinema kitapları serilerinden biri, daha önce örneğine sık rastlanmayan bir deneme içeriyor.  Bir film üzerine bir yazarın yazdığı kapsamlı analizler. Bir filmden bir kitap çıkar mı? Bakmasını bilirsen kaldırımın altından okyanus çıkar.

Dünyanın önemli sinema merkezlerinden British Film Enstitüsü’nün ortaklığıyla hazırlanan seride; Yedi Samuray, Metropolis, Gözleri Tamamen Kapalı, Baba, Esaretin Bedeli, Ucuz Roman, Saklı ve Ruhların Kaçışı filmlerini analiz eden 8 kitap var.  Seride; filmlerin çekim aşamaları, hikâyeleri, izleyiciler üzerindeki etkileri ve özellikleri en ince ayrıntılarıyla masaya yatırılıyor.

Yedi Samuray: Keskin Kılıçlar Sahnede

Yedi Samuray kitabının yazarı Joan Mellen’in  Japon sineması üstüne başka kitapları da mevcut. Latin Amerika ve sinema sanatı  üstüne toplamda 22 kitabı olan Temple Üniversitesi’nde profesör olan Mellen’in oldukça akıcı bir dil kullanmış. Akira Kurosawa’nın Yedi Samuray’ında 16. yüzyıl Japonya'sında düzenli bir şekilde silahlı eski samurayların saldırısına uğrayan ve ürünleri yağmalanan fakir bir köy ahalisi,   efendisiz kalmış bir samuraydan yardım ister.  O da kendisi gibi işsiz olan 6 samuray ile birlikte silah bile satın alamayacak kadar fakir olan bu köylülere karın tokluğuna kendilerini savunmasını öğretir ve hep birlikte haydutlarla kıyasıya bir savaşa girerler. Bu basit öykülü film, yalnızca Japon sinemasının en ünlü yapıtı değil, aynı zamanda dünya sinemasının da başyapıtlarından biri oldu. Yazar film üzerinden oldukça kapsayıcı bir analize girip sınıf çatışmaları, samuray ruhu, kadın erkek ilişkileri, şehirleşme ve modernizme yönelik yönetmenin yaklaşımlarını gün yüzüne çıkarıyor. Yedi Samuray üstüne yapılan farklı analizleri de masaya yatırıyor.

Gözleri Tamamen Kapalı: İmgelerin İzinden

Gözleri Tamamen Kapalı filminin analiz edildiği kitap, Sorbonne’da çalışan Fransız araştırmacı Michel Chion’a teslim edilmiş. Stanley Kubrick’in son filmi olan yapım, vizyona girdiğinde büyük tartışmalar yaratmıştı. İçininde barındırdığı gizem unsurları hâlâ analiz edilmeyi sürdürülen film üstüne yazar, filmi sahne sahne ele alırken öykünün bütünlüğünü de gözden kaçırmıyor. Toplumsal statü, elitizim, cinsel arzular ve gerçeklik kavramının filmdeki seyrini başarılı ve kapsayıcı bir derinlikle analiz ediyor.

Ucuz Roman: Tarantino’nun Mabedine Giriş Bileti

Tarantino’un kült mertebesini fazlasıyla hak eden filmi Ucuz Roman’ı, California Üniversitesi’nde Film Çalışmaları bölümünde profesör olan Dana Polan kaleme almış. Yazar Ucuz Roman üzerinden Tarantino’nun kodlarını deşifre ediyor ve bu sırlarla dolu mabede okuyucular için adeta bir giriş bileti kesiyor.

“Tarantino, filmlerini o kadar çok kültürel sırla dolduruyor ki ancak ve sadece onun gibi bir bağımlı bütün göndermeleri anlayabilir. Yine de ne kadar çok anlarsanız o kadar cool oluyorsunuz. Tarantino filmleri bir tarikata girişte yapılan kabul ritüellerinden farksız.”

Yazar,  alışılmışın aksine, kitabı bölümlere ayırmamış.  Başlanıldığında bir solukta okunabilecek uzun bir inceleme yazısı niteliğinde olan kitap, filmden fotoğraflarla, yönetmenlerden, ünlülerden sözler ve film replikleriyle okuyucuya keyifli bir okuma vaat ediyor.

Metropolis: Uzlaşmaz Sınıfların Distopyası

Thomas Elsaesser’in yazdığı Metropolis incelemesi gerçek bir bilgi deposu. Filmde işçiler yerin altında çalışıp yine yerin altında kendileri için oluşturulmuş işçi gettolarında yaşarlar. Yerin üstünde ise işçilerin bu üretimden edindikleri kazanımları keyifle harcayan zenginler sınıfı yaşamlarını sürdürüyordur. Metropolis ismindeki bu şehrin efendisi Joh Federsen’in oğlu Freder, ansızın karşısına çıkan Maria’yı ararken haberdar olmadığı yeni bir dünya keşfetmiştir: İşçilerin dünyası. Sonunda Maria’ı bu dünya içinde bulur. Maria işçilerin manevi önderi konumundadır. Maria’nın işçilere olan önermesi filmin de temel dayanağıdır. “Beyin ile el arasındaki aracı yürek olmalıdır”

Gelecek zamanda geçen Metropolis’i, kült mertebesine taşıyan oldukça fazla özelliği söz konusudur. Son derece zengin olan yaptığı göndermelere onu farklı katmanlarda yorumlanan, sürekli tartışılan, her kesimin farklı yorumladığı bir film haline getirmiştir. Hıristiyanlık, Yunan mitolojisi, mimari, sanayi, üretim ilişkileri, gibi farklı konu bütünlerine yaptığı göndermeler ve yaklaşımlar filmin zenginliklerinden bazılarıdır.

Filmin ortaya çıkma hikâyesi ve tarih boyunca başına gelenler de en az filmin kendisi kadar çeşitlidir. Yazar filmin bütün yönlerini, yaptığı etkileri ve film üstüne yapılan tartışmaları oldukça kapsamlı ve bir o kadar da akıcı bir üslupla kaleme almış.  Sanılanın aksine Nazi döneminde de filmin sahiplenilmediğini örneklerle ortaya koymuş. Zira film hiçbir kesimi memnun etmemiştir.

Esaretin Bedeli: Sinemanın En Sevileni

Geniş bir hayran kitlesine sahip Esaretin Bedeli filminin kitabını Mark Kermode yazmış. Filmin ortaya çıkma hikâyesini ve arka planını gün yüzüne çıkaran yazar, filmin yönetmeni Frank Darabont ve başrol oyuncuları Tim Robbins ve Morgan Freeman’ın pek çok yorumunu da bir araya getirmiş. Yazar filmin bu denli sevilmesinin altında yatan nedenleri ortaya çıkarmaya çalışmış.

Saklı: Haneke’nin İzinde

Michael Haneke’nin Fransa’da çektiği filmlerden biri olan Saklı, usta yönetmenin her zamanki katmanlı ve sert anlatımından izler taşıyordu. Catherine Wheatley, Haneke’nin sinema anlayışının temel dayanakları olan yabancılaşma ve burjuva toplum yapısı eleştirisinin izlerini sürerken; çoğulcu bir okumayla filmin bütün sahnelerinin analiz ediyor. Fransa’nın sömürgeciliği, gerçeklik, medya-toplum ilişkisi gibi temalar yazarın film üzerinden çıkarımda bulunduklarından bazıları. Haneke’nin katmanlı dünyasını keşfetmek için kılavuz çalışmalardan biri olmuş kitap.

Ruhların Kaçışı: Japon Mitolojisine Yolculuk

Oscar dâhil çok sayıda ödül kazanan Ruhların Kaçışı, anime türünün en meşhur çalışması. Hayao Miyazaki’nin ruhların dinlenme tesisinde mahsur kalan Chihiro’nun başından geçenleri resmettiği çalışma, masalsı anlatımıyla büyük bir izleyici kitlesi edinmişti. Andrew Osmond kitabında; Japon mitolojisi, tüketim toplumu ve 2. Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunun yaşadıkları dönüşümlerin Ruhların Kaçışı’ndaki izlerini takip ediyor.

Baba: Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak

Francis Ford Coppola'nın Baba filmi çekildiği yetmişlerin başından itibaren, sinema anlayışını değiştiren, her coğrafyada fanatikler edinen ilk filmlerden biriydi. Yapım, estetikten ödün vermeden inanılmaz bir ticari başarı yakalamıştı. Yönetmen, Mario Puzo’nun romanını görsel bir hazineye dönüştürürken, sinema tarihine de unutulmaz bir imza atmıştı.

Jon Lewis’in kaleme aldığı kitap; kamera arkasını keşfetmek, filmin kurgu sürecinde olan bitenden haberdar olmak, Coppola ile Paramount yöneticileri arasındaki gerilim ve filmde gözden kaçan ayrıntıları öğrenmek için kaçırılmaz bir fırsat sunuyor.
YEDİ SAMURAY, Joan Mellen, Çev.: Pınar Ercan, Alfa Kitap, 2015.
METROPOLİS, Thomas Elsaesser,Çev.: Kemal Atakay,  Alfa Kitap, 2014.
GÖZLERİ TAMAMEN KAPALI, Michel Chion, Çev.: Merve Erol, Alfa Kitap,2014.
BABA, Jon Lewis, Çev.: Kemal Atakay, Alfa Kitap, 2014.
ESARETİN BEDELİ, Mark Kermode, Çev.: Hakkı Doğan Dalay,  Alfa Kitap, 2014.
UCUZ ROMAN, Dana Polan, Çev. Barış Gönülşen, Alfa Kitap, 2014.
SAKLI, Catherine Wheatley, Çev.: Süha Sertabipoğlu, Alfa Kitap, 2010.
RUHLARIN KAÇIŞI, Andrew Osmond, Çev.: Hakkı Doğan Dalay, Alfa Kitap, 2014.

Zamanın Eli (Kübra YÜZÜNCÜYIL)

Aylardan Temmuz, ablamın randevusu var. Doğurmak için randevulaşmış doktorla. Şu saatte alacak beni, şu saatte yanınıza gelmiş olurum diye konuşuyor. Karnına dokunuyorum, avcumun sıcaklığıyla uyanıyor cuncacık. Çok uzun bir yoldan gelecek diyorum, çok uzun bir yol varmış gibi elimin altında.

Hastane sabahı anneannem geliyor Nallıhan’dan. Nerde bizim sakız patlağı diyor. Hani gelmedi mi daha? O sırada hemşire giriyor içeri. Vakit geldi diyor, götürelim hastayı.

Hastayı? Babamı da beyin ameliyatından önce böyle götürmüşlerdi. Sonra o toprak oldu, ben toprağın kızı. Gülümsüyorum, öpüyorum ablamı ama ne mene.

Doğum, ölümün maymun ikizi.

Hele biz de gelelim kapıya kadar, varalım önüne bekleyelim kızımızı. Yok diyor hemşire, fazla kalabalığa gerek yok.

Bekleyiş. Pencereden süzülen ışıklar oynaşıyor hastane odasında; ayakta bekleyenlerin gölgesine sızıp volta atanların acelesine bürünüyor, yerden tavana zıplayıp gözbebeğine düşüyor anneannemin, keskin bir yeşili açmakla uğraşıyor orada.

Ne oldu? diyorum, yanaklarından öperek. Ne bu surat Melahat Hanım? Anlatmaya başlıyor Üzüldüm kızım üzülmem mi. Eskiden ebeler vardı bizim köyde. Valla tüm kadınlar biz hep birlik olurduk. Biri dizine oturtunca diğeri önüne geçer, ıkındın sıkıldın deyivermeden geliverirdi çocuk. Ben mesela senin ananı öylece donuma doğurduydum. Sonunu aldılar, yıkadılar mis gibi kucağıma verdiler ananı. Kalabalık yapmayınmış, bizim zamanımızda böyle değildi… İçini döktükçe altın küpeleri sallanıyor, yuvarlanıyor ışık oyunları kulaklarında.

Aniden hatırlıyorum kitabı. Bir fısıltı gibi dolanıyor aklımda :‘Elleri Tılsımlı’.

Mağdurun sesini iletebildiği her monografi modern bilgi kavramını derinden sarsar. “Elleri Tılsımlı” işte tam da bu noktadan hareketle,  kadın tarihi ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının görmezden geldiği bir noktayı deşiyor. Modernleşme yasalarıyla özne konumundan itilip marjinalleşen, dahası bu hakim kodu içselleştiren, içselleştirdiği ölçüde de kendini konuşmaya ve dinlenmeye layık görmeyen ebelerin sesine kulak veriyor.

Bir genelleme olarak ebelerin sohbete giriş cümlesi: ‘Ne bileyim ben kızım, ne anlatayım.’
Ebelerin tarih sahnesinde değişen kültürel temsillerini, toplumsal imajlarını ve onları yaşlı şifacılardan pis acuzelere dönüştüren simgesel şiddet mekanizmalarını ortaya çıkarıyor Gökçen Beyinli. Konuşamayanı konuşturmayı bir tür akademik hırs ve nostalji meselesi haline getirmeyen ve bulgularından abartılı folklorik anlamlar çıkarmayan bu inceleme, Türkiye’de modernleşme tartışmaları için kuşkusuz yeni bir ses.

Yazar, Ayizi Yayınları’ndan çıkan kitabını birbiriyle dirsek teması haline olan iki ana bölüm üzerinden kuruyor. İlk bölümde 1842 Türkiye’sinden günümüze doğumun medikalleşme sürecini anlatırken, modern tıp sözlüğünün erkek egemen kodlarını çözüyor. Kadının doğumla temas etme biçiminin modern nüfus politikalarıyla birlikte neye evrildiğini, başka bir deyişle, Türk ulusunun askeri, politik ve ekonomik gücünü arttıracak bir araç haline nasıl geldiğini açıklıyor.

“Sırt üstü yatar doğum pozisyonu, doğum alanında erkek egemenliğin yaygınlaşmasıyla yakından ilişkilidir çünkü bu pozisyonda doğuran kadın ve doğurtan kişi arasında bir hiyerarşi oluşur. Doğuran kadın eskiden doğuma kadarki sancılı süreçte hareket ederken, pasif olarak yatakta sırtüstü yatan ve doğurtan kişinin talimatlarına uyması gereken, yardıma muhtaç bir ‘hasta’ya dönüşmüştür.”

İkinci bölüme geçtiğimizde sorgulanan temel mesele kadının bir ebe olarak kamusal alandaki kimlik inşa süreci oluyor. Doğum, tıbbi tahakküm altına girmeden önce ülkemizde kimler, neden ve nasıl ebe olmuştu diye soruyor bu kez Beyinli. Ebelerin kendi meslek bilgilerini ‘el vererek’ kuşaklar arası aktarması ve bu yolla sıkı bir kadın dayanışması oluşturmasına, bu dayanışmanın kadınların toplumsal görünürlüğünü arttırmada oynadığı roller gibi tartışmalara yer verdiği bu bölümde unutulmaya yüz tutmuş özgün bir kültürel belleği canlandırıyor.

Odadaki sessizliği katlayan pembe kıyısıyla parmaklarının, birbirine yaslanmış ince tırnakları ve köpüklü şeffaf ağzıyla küçücük bir kız getiriyorlar içeri. Annesi gözlerini açtığında buraya getirirler, doğru emzirme pozisyonlarını göstermek için tekrar geleceğim diyor hemşire. Maşallah pek güzel bir bebek, Allah bağışlasın.

Öne doğru uzatıyor dudaklarını, bir taşımlık süt kendini çoğaltacak kaynağı arıyor. Gözlerini açıyor, bir kedi esniyor güneşe doğru. Zamanın eli değecek sana diyor Melahat Hanım, korkma emi. Küçük ışıklar ince tüylerinden öteye geçiyor, başlıyor dönmeye dünya.

Bir Gün Tek Başına Yeniden (Ayşegül TÖZEREN)

Vedat Türkali’nin büyük eseri “Bir Gün Tek Başına”nın yayınlanmasının üzerinden 40 yılı aşkın süre geçmesine rağmen, romanda anlatılan toplumsal ve bireysel çelişkilere yaşamlarımızda hala tanıklık ediyor oluşumuz bir yanıyla acı, bir yanıyla da edebiyatın gücünü göstermesi açısından değerli.

“Bir Gün Tek Başına” politik bir roman. Türkiye’nin 50’lerden 60’a doğru değişen siyasi iklimi, sessiz sedasız kurulan emek sınıfının gizli tarihi, büyük kentlere göç edenlerin yeni yaşamı, devrimci hareketin içinde görünür olmaya başlayan kadın kimliği, romanın içinden akan nehirler. Kimi zaman birbirine karışıyor, kimi zaman birbirlerinden ayrı akıyorlar.

“Bir Gün Tek Başına”, aynı zamanda içinden Nazım’ın ve yazarın kendisinin şiirlerinin geçtiği bir aşk romanı. Yani Günsel ile Kenan’ın hikâyesi. Vedat Türkali, bir yandan solun tarihini edebiyatın içinden aktarırken, bir yanda da aşk gibi çetrefilli bir tema üzerinden sol içi toplumsal cinsiyet eleştirisine girişiyor. Yazar, romanında, tek anlatıcı yerine iki anlatıcı seçmiş. Eş anlatıcılar, Günsel ve Kenan. Romanın başlangıcında Kenan’ın iç sesi anlatıcı konumundayken, ilerleyen sayfalarda Günsel’in sesi de anlatıcı olarak erkek karaktere katılıyor. Anlatıcıların iç seslerini, çelişkilerini besleyen yan karakterler olarak, Kenan açısından eşi Nermin ve arkadaşı Rasim, Günsel açısından da kısa bir süre sevgilisi olan Sermet ve arkadaşı Handan öne çıkıyor. Romanın, diğer yan karakterleri, Günsel’in abisi Hasan ve “Baba”.

Bir Savaş Olanı Olarak Erkek Cinselliği


“Bir Gün Tek Başına”, birbirini yaşatan iki kurumun, devletin ve ailenin, birlikte eleştirilmesi gerektiğinin ayırdına varmış bir öncü roman. Bu yüzden hem politik bir roman, hem de bireysel çelişkileri su yüzüne çıkaran bir aşk romanı. Kenan, romanda küçük burjuva aydınını temsil ederken, eşi Nermin devlet ve aileye, bir başka deyişle toplumun yerleşik değerlerine onu bağlayan, yaşamında yapmak istediği devrime engel olan yan karakter olarak sunuluyor. Sistemin adamı, belki devletin adamı Rasim ise, Kenan’ın hem arkadaşı, hem de hep olmaktan korktuğu kişi. Kenan’ın Rasim olmaya yaklaştığı anlar da, romanda aile ve devletin sembolü olarak karşımıza çıkan eş Nermin’e özellikle cinsellik bağlamında “yenildiği” bölümler. Romanda erkek bedeni ve cinselliği asıl savaş alanı olarak gösteriliyor. Beden ve cinsellik, politik mücadele alanının da bir simülasyonu. Günsel’le ilk yalnız kalışlarında yaşadıkları ön sevişme, ardından evine gidişi ve Nermin’le yaşadığı cinselliğin sonrasında duyulan iç sesi de bunun bir yansıması: “Birbirine tıpatıp benzeyen iki sevgilim var!.. Biri Vatan cephesine yazıldı, öteki yıkmaya çalışıyor…” Bu bağlamda erkek karakter, politik romanların pek çoğunda gördüğümüz gibi idealize edilmemiş, gerçek olmayan bir erkeklik inşasının içinde kurulmamış. Aksine ana kadın karakterle karşılaştırıldığında, zaaflarına, çelişkilerine daha yenik, daha zayıf bir karakter olarak kurulmuş Kenan. Belki yazarın bu seçiminden dolayı, “Bir Gün Tek Başına”yı okuyanlar Kenan’ı anlamaya çalışır, Günsel’e abayı yakar.

“İşin kötüsü, ben de istiyorum.”

Kenan geçimişinde kısa bir süre sol hareket içinde yer almış, devletten yediği bir iki tokatla ürkmüş, geri çekilmiş, evlenmiş ve konformist bir yaşam tercihinde bulunmuştur. Az sayıdaki çalışanıyla birlikte yürüttüğü kitapçısında da tipik bir küçük burjuva aydını profili çizmektedir. Ancak aklının bir köşesinde, hep yarım bıraktığı devrimcilik vardır. Günsel ise, Sivas’tan İstanbul’a göç etmiş, okuduğu üniversitedeki sol hareketin önde gelen öğrencilerinden biridir. Bir yanıyla toplumun yerleşik değerlerinin içinde büyümüştür, bir yanıyla da devrimci bir karaktere sahiptir. Kenan, Günsel’de yaşamında yarım kalan devrimciliği bütünleyebileceğini düşünmektedir ya da düşlemektedir. Ancak Günsel’in de çelişkileri vardır. Toplumu siyasi bağlamda dönüştürmeyi hayal ederken, özgürlük ve devrim için mücadele ederken, özel yaşamında toplumun yerleşik değerlerinin yarattığı girdaplarda boğulmaktadır. Evli, çocuklu bir erkekle ilişki yaşamak, Nermin’in varlığı, hatta evlilik öncesi cinsel ilişkiye girmek Günsel için, kendisiyle mücadele ederek, yıkmaya çalıştığı tabularıdır. Bu bölümlerde Türkali’nin toplumun cinselliğe ilişkin çelişkilerini daha görünür kıldığını ve toplumsal cinsiyet eleştirisi yaptığını görüyoruz. Aslında, Günsel’in devrimci ruhunu boğan toplumun cinsellik tabuları, romanda Kenan’la ilk bedensel yakınlaşmalarında söylediği bir cümlede saklıdır: “İşin kötüsü, ben de istiyorum.” Günsel’in roman boyunca yaşadığı bir diğer çelişkisi de, küçük burjuva aydının temsili olan Kenan’la ilişkisi ve içinde bulunduğu devrimci mücadele arasındaki gelgitlerinden oluşuyor. Kenan’la buluştukları pahalı bir semtteki, Teşvikiye’deki küçük daireden çıkıp, politik bilinçlendirme için gittiği yoksul işçi evleri arasında hep çelişkiler yaşıyor ve durup, doğrularını arıyor. Bu sırada, Günsel’in çelişkilerini abartılı ve ironik bir biçimde su yüzüne çıkaran ve yüzleşmesini sağlayan, ama çelişkilerinde boğulmaması için de elinden tutan Handan, diğer yanda da Günsel’in ruhundaki gelgitleri derinleştiren eski sevgilisi Sermet de yan karakterler olarak öne çıkıyor.

Kenan, Günsel’le bütünlenmeye çalışırken, Günsel’le birlikte gençliğinde tanıdığı bir figür de tekrar karşısına çıkar: “Baba” Baba, yaşadıkları coğrafyada güngörmüş, siyasi görgüsü olan bilge bir karakter olarak kurulmuştur. Bir biçimiyle de Kenan, onunla ruhsal bir baba-oğul ilişkisine de girmektedir. Bu baba-oğul ilişkisi romanda derinlikli olarak kurulmuştur. Aynı zamanda,“Baba” görmüş, geçirmiş, yenik ama mağrur bir son dönem Osmanlı aydını temsiliyeti de taşımaktadır.

Günsel’le Kenan Meselesi

“Bir Gün Tek Başına”, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden bir gün önce kapanan bir romandır. İhtilal öncesi toplumun değişik katmanlarına yayılmış bunalımı, Vedat Türkali, kurduğu birbirine benzemez karakterlerin dünyalarından aktarabilmiş, ölümsüz bir küçük burjuva aydını, yine ölümsüz bir devrimci kadın karakteri yaratmıştır: Kenan ile Günsel.

Belki bundan, “Bir Gün Tek Başına”, okur için biraz da onların hikâyesidir ve… “Kenan olmak da ayıp değil”dir. “Günsel olmak da”, “hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil”dir…

BİR GÜN TEK BAŞINA, Vedat Türkali, Ayrıntı Yayınları, 2015.

‘Yeniden Yaratılmanın Coşkusuyla' (Onur Behramoğlu ile Söyleşi: Kadir İNCESU)

Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram'ın  bir döneme tanıklık eden mektupları genç kuşak şairlerimizden Onur Behramoğlu tarafından kitaplaştırıldı. Yeğen Onur Behramoğlu öyle bir çalışmaya ve önsöze imza ettı ki amca Ataol Behramoğlu “Bu sabah eşsiz güzellikteki önsözünü bir kez daha okuyup ağladım” demekten kendini alıkoyamadı.

Geçtiğimiz günlerde 50. sanat yılını kutladığımız Ataol Behramoğlu ile kardeşi Nihat Behram'ın 1967 ile 1983 yılları arasındaki mektuplaşmaları Onur Behramoğlu tarafından kitaplaştırıldı. Tekin Yayınları tarafından yayımlanan kitap, yalnızca iki kardeşin değil 16 yıllık bir dönemin de kültürel ve siyasal açıdan görüntüsünü ortaya koyuyor.
Onur Behramoğlu ile "Yeniden Yaratılmanın Coşkusuyla - Mektuplar (1967-1983)" üzerine konuştuk.

Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın mektuplarını alıp çalışma masanıza oturduğunuzda neler düşünüyordunuz?

İki  şair  amcamın  gençlik  halleriyle tanışıp  İstanbul’dan-Paris’ten-Moskova’dan-hapishaneden  yazdıkları  mektuplarda  ağabey-kardeş  ilişkilerine tanıklık edecek olmak, babamın da satır aralarında dolaşıyor olabileceği düşüncesi heyecanlandırıyor; edebiyat tarihimize kalacağını bildiğim bir yapıtı yayına hazırlama sorumluluğu gururlandırıyordu beni. Mektupları okurken sıkça yerimden kalkıp yürüdüğümü, kimi yerleri yüksek sesle tekrarlayarak duymak istediğimi, hepsini defalarca okuyup her birine dair sayfalarca notlar aldığımı şimdi biliyorum. Masama oturduğumdaysa, bunların sezgisiyle doluydum sadece, büyük bir yolculuğa çıkma öncesinin aşka benzeyen yürek çarpıntılarıyla.

"BİLDİKLERİMİ  OKUMAK  DA  SARSTI  BENİ"

Mektupları okuduktan sonra düşüncelerinizde değişiklikler oldu mu?

Bilmediklerim  değil  sadece,  bildiklerimi  okumak  da  sarstı  beni. Nihat Behram’ın, elektrik işkencesi gördükten sonra yazdıkları, örneğin. Şiirlerinde soluk alıp vermeye devam eden sincabı öldüğünde ona veda edişi… Fransa’da son derece zorlu koşullarda yaşamaya çalışırken 1. Dünya Savaşı ve Mustafa Suphi üzerine okuyup  düşünen,  Pablo Neruda  ile  görüşen,  ‘Halkın  Dostları’  dergisine  şiirler-yazılar-çeviriler gönderen, dostlarına okumaları için kitaplar postalayan, kardeşine “Hapse girersen yabancı dil öğren” diyen Ataol Behramoğlu’nun şair ve düşünce adamı  olarak kendini inşa ediş sürecinde; 30’lu, 40’lı yaşlarındaki kaygıları, duyguları, duyarlıkları, öğrenme tutkusunda kendimi buluşum...

Siz de aileden olduğunuz için bilirsiniz mutlaka. Soyadı meselesini anlatır mısınız?

Ataol Behramoğlu çok genç yaşta tanınan bir şair olunca, kardeşi Nihat’ın özerkliğini ilan edişidir soyadını Behram olarak yazışı, Harold Bloom’un ‘Etkilenme Endişesi’ olarak bir kitap boyunca tanımladığı duygunun dışavurumudur. ‘Tam bağımsızlık’ değil ‘özerklik’ diyorum zira sanatta tam bağımsızlık yoktur, herkes birbirinden etkilenir, beslenir. Güzel, doğal ve sahici olan da budur. Kardeş olduklarını bilmeyenlere rastladıkça hayret etmeye devam ediyorum hâlâ, böylesi bir cehalet de ancak bizimki gibi toplumlara mahsustur.

"DİRENENLER, MÜCADELEDEN YILMAYANLAR, PES ETMEYENLER DAİMA KAZANIR"
 
Sonrasında nasıl bir çalışma şekli belirlediniz?

Mektup türünün nitelikli örneklerini okudum önce. Kitap için çalışmanın ayrılmaz parçası saydım, türün yetkin örneklerini okumayı. Elimdeki mektupları Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram mektupları olarak ayırdım, kendi içlerinde tarih sırasına dizdim, tarihi belli olmayanları –hangi iki mektup arasında yazıldıklarını tüm mektupları okuduktan sonra belirlemek üzere- önüme serdim ve sırayla okumaya başladım. Okuduğum her mektuba ilişkin birkaç sayfa not alıp sorular hazırladım, olası dipnotlar için gerekli olabileceğini düşündüğüm dergi ve kitapları temin etme sürecine girdim. Eşzamanlı olarak, mektuplarda sıkça değinilen ‘Halkın Dostları’ ve ‘Militan’ dergilerinin tüm sayılarını baştan sona okudum. (Kitaba doğrudan katkı sağlamasa bile, böyle bir kitabı hazırlarken yapılması gereken çalışma olduğuna inandığım için yaptım bunu, kimseye değilse de kendime yararı olacağını bildiğim için.) Tamamını okuduktan sonra hepsini bilgisayarda yazma işine koyuldum. Hamallık gibi görülebilecek bu kısım çok yorucu olmakla birlikte, yazarken dikkat edilenlerle okurken dikkat edilenler bambaşka olabildiğinden, böyle bir emeğin karşılığını aldığımı da söylemeliyim. Mektupları yazarken, bir yandan da amcalarıma göndererek, sorularımı sormaya başladım. Her bir mektuba dair onlardan da uzun yanıtlar geldikçe, bazı mektuplara ilişkin yazışmalarımız uzadıkça işler iyice zorlaşmaya başladı; hatta bir ara, uzunca bir süre çalışmaya ara verecek denli yoruldum. Direnenler, mücadeleden yılmayanlar, pes etmeyenler daima kazanır. Öyle de oldu. Her bir mektubu sorulu-cevaplı yerli yerine koyduğuma inandıktan sonra, dipnotların ve kitabın sonunda yer alacak eklerin belirlenmesine çalıştım. Kitabı yayınevine teslim etmek üzereyken de önsözü yazdım.

"ASLOLAN GERÇEĞE SADAKATTİR"

Sansürlediğiniz mektup oldu mu?

Hayır, hiçbir mektubun hiçbir yeri sansürlenmediği gibi, örneğin Nihat Behram’ın kendine has imlası, son derece özgün, ele avuca sığmaz üslubu da birebir aktarıldı. Bugün hayatta olan kimileri hakkında kırıcı sayılabilecek sözler de söylenmiştir, şimdi okuduklarında iki kardeşin de gülümseyerek “Hay Allah, öyle mi düşünüyor muşuz o günlerde?” diyecekleri hususlar da vardır. Aslolan gerçeğe sadakattir.

Edebiyatımızın iki önemli isminin mektuplaşmalarını edebiyat tarihimiz, siyasal ve kültürel yaşamımız açısından değerlendirir misiniz?

Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın yer almadıkları bir Türk Şiiri Antolojisi düşünülemeyeceğine göre, böylesine değerli iki şairin birbirlerine yazdıkları mektupların edebiyat tarihimizdeki yeri bellidir. Bu denli geniş kitlelere ulaşabilmiş iki şair kardeş örneğine pek rastlanmayacağı için, dünya ölçeğinde kıymetli bir belge sayıyorum kitabı. Türkiye’nin siyasal meselelerine ilişkin devrimci tavır almış, hapisten sürgüne nice bedeller ödemiş iki şair kardeşin mektuplarını okurken 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin öncesi ve sonrasını da görecek olmak, bütün bu süreçlerde iki şairin neler düşündüğüne, neler yaptığına tanıklık etmek, belleğe kazınacak bir hayat bilgisidir.
Bu çalışmayı aile dışından birisi yapsaydı, ortaya farklı bir çalışma çıkar mıydı?
Mektuplar kitaplaşana dek mahremiyetlerine özen göstererek aile içinden ya da dışarıdan kimseyle paylaşmadım. Bendeki duygusu, bendeki karşılığı, onurlu bir mirasa sahip çıkma, o mirasa layık olma duygusuydu. Aile dışından birisinin, iki şairi ne denli severse sevsin, böyle bir duygu yoğunluğu yaşayabileceğini sanmıyorum. Ayrıca, sorulacak soruları, dipnotları, ince ayrıntıları belirleme sürecinde, amca-yeğen teklifsizliğiyle yazışmanın sıcaklığı da çalışmanın ruhuna dahildir diye düşünüyorum.

Dönemin en etkin dergilerinden olan Halkın Dostları'nın da hangi şartlarda yayınladığını görüyoruz. Halkın Dostları üzerine neler söylemek istersiniz?

Türkiye’de süreklilik içerisinde, taş üstüne taş koyarak değil de geçmişi bilmeden, bildiğimiz kadarını da önemsemeyip zamanla büsbütün unutarak yol alıyoruz, buna yol almak denilebilirse. Halkın Dostları ve ardından Militan’ın tüm sayıları, hiç değilse okuyan-düşünen-merak eden insanlarımızın arşivinde bulunsaydı, dergiciliğimiz başka boyutlarda olur, düşünce ufkumuz  bugünkünden ötelere taşınır, her dergi Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmazdı. Mart 1970 tarihli ilk sayısında “Gerici Sanata Hücum” başlığıyla yola koyulan bir dergide Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Nihat Behram, Bekir Yıldız, Murat Belge neler yazmış, keşke merak etseydi insanlarımız… Nedim Gürsel’den Eluard çevirisi, Leylâ Erbil’den zehir zemberek bir açıklama, Kürt şiirinden çeviriler yapan bir Ataol Behramoğlu ile de karşılaşacaklar; merkezin ‘Varlık’ gibi dergileri darbe karşısında esas duruşa geçerken yiğitçe haykıran devrimci kültür-sanat dergisi nasıl olur, göreceklerdi.

Mektuplar kadar önsöz de çok dikkat çekici... Her iki şairi de tam anlamıyla özümsemiş ve içselleştirmiş bir şairin duyarlığıyla yazılmış. Mektuplardaki duygu yoğunluğu kadar önsözün de sizi duygusal anlamda zorladığını düşünüyorum.

Önsözü, bir gecede, orada andığım müzikleri dinleyerek, çok duygulanarak, şiir yazarken hissettiğime benzer bir hal içerisinde yazdım. O halin oluşmasını bekledim, şiiri bekler gibi. Yazıp amcalarıma gönderdim. Unutamayacağım güzellikte mektuplar aldım onlardan, unutulmaz güzellikte sözler duydum. Günler sonrasında, beklemediğim bir anda, sabahın erken saatlerinde, Ataol Behramoğlu, “Bu sabah eşsiz güzellikteki önsözünü bir kez daha okuyup ağladım” yazdığında, ben de ilk kez ağladım. Şairler biraz böyle işte…

Sizin Ataol ve Nihat amcalarınıza ortak bir mektup yazmanızı istesem...

Onlara şiir yazmak isterim. ‘Dövüşe Dövüşe Yürünecek’ bu yolda ‘Bir Gün Mutlaka’ yazacağım. Ataol Behramoğlu’nun benzersiz kahkahasını, derin derin düşünen yakışıklı yüzünde somutlaşan yoğun anlamı, hayatın her zerresini kucaklayıp hücrelerinde duyarken kendini mükemmelleştirmek için durmaksızın çalışma kararlılığını; Nihat Behram’ın sözcükleri art arda sıralayıp araya muziplikler katarak tüm ruhuyla, gövdesiyle, canıyla koşaradım anlatıp yaşayışını, ulaştığı her noktaya elektrik yükleyen devrimci heyecanını, doğayla bütünleşmiş çocuk kalbini oğluma ve dünyanın tüm iyi insanlarına anlatabileceğim bir şiir…

YENİDEN YARATILMANIN COŞKUSUYLA- MEKTUPLAR (1967-1983), Haz.: Onur Behramoğlu, Tekin Yayınları, 2015.

“Sanatçının Görevi Egemen Olan Güce Yanlışlarını Göstermektir” (Kaan Murat Yanık ile Söyleşi: Merve AÇIKGÖZ)

Kaan Murat Yanık son kitabı Butimar ile raflarda yerini alırken, biz de yazarını ve bu sıra dışı romanı daha yakından tanıyabilmek için bir röportaj yaptık…

Sizinle ilk kez karşılaşacak okurlar için bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1988 yılında doğdum. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudum. Bu süre içinde çeşitli edebiyat dergilerine yazılarımı yolladım, ilk yazılarım o zamanlarda yayınlandı. Okulu bitirdikten sonra birkaç yayınevinde editörlük yaptım. Sonra da Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi'nde Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı'nda yüksek lisans. Edebiyatla, organik bir bağ kurmam üniversite yıllarıma tekabül ediyor.

Okuyanlar elbette öğrenmiştir ama yeni tanışacaklar için sormak istiyorum, nedir Butimar?
 

Butimar, Pers mitolojisindeki bir kuşun ismi. Bu kuş denize aşıkmış, denizin kıyısına çöker ve denizi izlermiş. Denizden bir damla dahi su içmezmiş, denizin kuruyup tükeneceğinden korktuğu için. Bir de bu kuşlar aşık olduğu zaman uçamazlarmış. Bunun epistemolojik, felsefik bir sürü şekilde okuması yapılırsa tasavvuf ve doğu edebiyatındaki aşkın kanatlandırdığı meselelerinin tam tersine çıkıyor. Kanatsızlaştırıyor.

Butimar'ın konusu oldukça ilginç. Birinci bölümde günümüz Nişantaşı'nda bir psikiyatrın günlük hayatını ve acayip kişiliğini tanımaya çalışan okur, ikinci bölümde kendini yirminci yüzyılda Erivan'da buluyor. Zorunlu göçler, farklı dinler, aşklar ve simya. Sizi bu dünyayı anlatmaya iten ne oldu?

Ben Uçurtma Mevsimi'ni yayınladıktan sonra edebiyat eleştirmenleri hep olumlu görüşler bildirmişlerdi ama görüşlerin yanında şunu da bana söylediler, ''Dışarıya oryantalist gözle bakıyorsun.'' Yani bana ''Neden Çin'i anlatıyorsun, neden Sırbistan'ı anlatıyorsun bu bize biraz suni geldi kendi köklerini anlat.'' diyen değer verdiğim edebiyat eleştirmenleri, kendi köklerimi anlatmayı düşündürdü.

Romanda anlatılan psikiyatr kent içinde çarşafla geziyor diye, siz de çarşaf giyinmiş, Bebek, Etiler sokaklarında gözlem yapmışsınız. Peki bir müptezeli, bir LGBT bireyini, inşaat işçisini yahut kör bir dilenciyi anlatmak için benzer bir yakınlık kurmayı dener miydiniz?

Elimden geldiği kadar sanatın sınırları dahilinde ne gerekiyorsa yaparım. Burada A, B diye ayrım yapmak yerine hepsini baştan kabul edip her kılığa bürünmek zorundaysam eğer bunu yaparım ama bir de şöyle bir sorun ortaya çıkıyor, bir katili anlatırken cinayet mi işleyim? (gülüyor) Ama dediğim gibi, bir psikolojik problemim varsa onu da kabul ediyorum, başkalarının yerine  yaşama isteği her zaman diri bende. Birilerinin yerine yaşamak hoşuma gidiyor, bunu yazmasam bile bir süreliğine kendimi onun yerine koymak. Aslında bu çok fazla roman okuyan insanlarda karşılaşılan bir durumdur.

Yakın zamanda sosyal medyada ''Bizim şarkıcılar gibi bilboardlara çıkma şansımız yok, kitaplarımızı ancak bu şekilde duyurabiliyoruz.'' Şeklinde bir açıklama yapmışsınız.

Twitter’da  bu açıklamayı yaptım, çünkü okurlarımın attığı tweetleri retweet yapıyor, yorumlarını yayınlıyorum. Edebiyat dünyası şu an çok vahim bir halde. Tabii ki bu nitelikli edebiyat için geçerli değil ama biz edebiyata zincir kitapçılardan ulaşabiliyoruz, internetten sipariş vererek ulaşabiliyoruz. Mecburen o tür kitapçılarda benim kitabımın daha fazla yer alması için benim insanlara bu kitabı daha fazla okutmam gerekiyor. Şunu en baştan söylüyorum, insan yaptığı iyiliği söyler mi söylemez mi, ahlak sorunu başka bir şey ama ben zaten kitabın telifinin yarısını köy okullarına kütüphane kurulması için bağışlıyorum. Uçurtma Mevsimi'nde de öyle yaptık, Uşak'ta üç tane kitaplık oluşturuldu, birkaç şehirde daha var. Bunu keşke televizyona da çıkıp söylesem ama bizde televizyona çıkıp açıklama yapan yazarlar yalnızca linç girişiminde bulunulacaksa  konuşuluyor.
Kaan Murat Yanık, neler okuyor, modern roman hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben Türk edebiyatında  belli başlı durakları takip ettim. Ahmet Hamdi Tanpınar'la başlayan, doğu-batı arasındaki arafta kalma durumunu geçerek Yusuf Atılgan, Oğuz Atay'a ulaşan.  Ben Yaşar Kemal ile Orhan Pamuk arasındaki çizgide kaldım. Türk Edebiyatında Orhan Pamuk'u çok beğeniyorum mesela. Günümüz yazarlarından da, Murat Menteş'i seviyorum, Alper Canıgüz, Hakan Bıçakcı, Barış Bıçakçı, Latife Tekin… Şu anda dünya edebiyatındaysa en beğendiklerimden biri Alejandro Zambra - Eve Dönmenin Yolları.

Günümüz Türkiye'sinde genç bir romancıyı yaşadığı siyasi ortam, toplumsal meseleler ne denli etkiliyor? Son zamanlarda yaşadığımız olaylardan, ''Bir gün mutlaka anlatacağım,'' dediğiniz, anlatmak zorunda hissettiğiniz bir şey var mı?

Günümüz Türkiye'sinde bence toplumsal meselelere kayıtsız kalan yazar, eğer bunu kitaplarında anlatmıyorsa dahi herhangi bir demecine sokmayan yazar alçaktır. Çünkü çok kötü şeyler oluyor, insanlar  ölüyor. İnsanlar sırf siyasi görüşlerinden dolayı örseleniyor, aşağılanıyor, hedef haline getiriliyor. Bunlar beni bir insan olarak çok üzüyor. Bununla beraber isterseniz mütefekkir deyin isterseniz aydın, eğer o kişi tepedeki siyasi erke, buna hükümet de diyebilirsiniz, egemen güç de diyebilirsiniz, ona muhalefet etmiyorsa, bir yanda o siyasi erki cilalama işini harfiyen yerine getiriyorsa bence o da alçaktır. Çünkü sanatçının görevi egemen olan güce yanlışlarını göstermektir. Kimse siyasi güce hakaret etsin demiyorum, bu başka bir şey ama muhalefet yaptığını dillendirmek zorundasın.

Ben Butimar romanında televizyonda asgari ücretle geçinen insanlara kanaat edin diyen din hocalarının trilyonlar kazandığını belirtmiştim. Ben bu adamlardan tiksiniyorum.  Butimar'ın 14. sayfasında bunu yazdığım için çok ağır eleştiriler aldım, ismini vermek istemediğim  bir televizyon programında hakarete uğradım. Yani günümüzü anlatırken ben bir şeylere gözümü kapatarak anlatamam, neyse onu anlatmak zorundayım.

Son zamanlarda raflarda çok fazla edebiyat dergisi var, içlerinden birinde yer alıyor musunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz bu dergileri?

Ben edebiyatla ilgili yürüdüğüm yolda hiçbir zaman, hiçbir gruba dahil olmadım. Şu dergici o tayfadan, bu dergici bu tayfadan, hiçbir zaman öyle bir şeyin içine girmedim.  Bu sebeple uzun zamandır hiçbir dergide yazmıyorum. Çünkü benim yazdığım dergide bir yazar Işid propagandası yapıyorsa ben o dergide yazamam. Benim yazdığım dergide birilerine sırf inançları yüzünden küfrediliyorsa, ben o dergide de yazamam. Ama artık öyle bir hâle geldik ki, edebiyat dergileri şucu bucu demek için çıkarılıyor. Severek takip ettiğin bir tane edebiyat dergisi söyle dersen, Notos derim.

BUTİMAR, Kaan Murat Yanık, Kapı, 2015.

Bir Psikiyatrist İle Konuştum (Celal Odağ ile Söyleşi: Feride Cihan GÖKTAN)

Celal  Odağ ismini psikoloji ve psikiyatri çevrelerinden bilmeyen yoktur diye düşünüyorum  karşımdaki  yaşını başını almış bütün olgunluğu ve bilgeliği ile oturan beyefendiyle konuşurken. Celal Bey bir ruh arkeoloğu. Yıllar boyunca ruhların karanlık ve ulaşılamaz derinliklerinde kazılar yapmış ve birçok şeyi açığa çıkarıp tartışmaya açmış ve halen ekibi ile birlikte çalışmalarına,  kazılarına devam ediyor. Ruhsal gelişim ve kişilik üzerine kitapları, seminerleri ve makaleleri var. En büyük eseri de yeni psikoterapistler yetiştirmek amacıyla 1994 yılında İzmir /Buca’da kurduğu Odağ Psikanaliz Psikoterapi Eğitim Derneği.
   
Celal Bey ile "Sanat ve Analiz" isimli kitabı üzerine konuştuk. İnsan ruhunun gizlerini konuşmak haliyle çok heyecanlı bir konu. Bu heyecanlı konuya Celal Hoca'nın insan sevgisi ile dolu kocaman yüreğinin atışları da karışınca, bu konuştuklarımızı yazmadan olmaz dedi  içimdeki ses. İşte bu nedenle oturdum ve yazdım konuştuklarımızı.
   
Bir psikiyatrist ile konuşmaya nerden başlamalı diye düşünürken en iyi başlangıç noktasının bilinçdışı kavramı olduğunu hatırladım. Bilinçdışı... Hepimizin tüm yaşamını etkileyen ama farkına varmadığımız benliğimizin o en derinlerindeki gizemli dünyamız. Freud tarafından bilinçdışı kavramının ortaya atılması ile başlamış ruhsal ve düşünsel çözümlemeler. Psikiyatristler bizim farkında olmadığımız ama aslında bizi biz yapan bilinç dışımızı gözetliyorlar, bozuk ve hasta olan parçalarını tedavi ediyorlar veya değiştirmeye çalışıyorlar. Onlar bilinçdışı uzmanları bir anlamda…
   
Feride Cihan Göktan:  Sayın Hocam, kitabınızda sanatın bilinçdışının bir ürünü olduğunu yazmışsınız. Size göre insanoğlu  sanatı bilinç dışı sayesinde üretiyor. Hepimizin bir bilinç dışı olduğuna göre neden herkes sanatçı olamıyor?
   
Celal Odağ: Evet, herkesin kendine göre kendiyle birlikte var olan bir bilinçdışı var tabii ki… Bu sayede hepimizin kendine uygun birbirinden farklı bir dünya algısı var diyebilirim. Uykularımızda, hayallerimizde ve çoğu kere gerçek dünya ile ilişkimizde bu bilinçdışı alanımız derinliklerden yüzeye doğru çıkıyor. Hepimiz bilinçdışının şekillendirdiği eylemlerle gerçek dünya ile bağlantı kuruyoruz.  Ancak sanatı üreten kişi,  bilinçdışı tasarımları ve içinde yarattığı semboller aracılığı ile çevreyle  bağlantı kurarak kendine uyacak şekilde şekillendirir. Sanatçı bilinçdışının derinliklerinden çıkardıklarını estetize ederek gerçek hayatın içine yerleştirir.
   
Yaratıcılık  ve  Yaratı nedir ? Yaratıcılığı arttırmak için ne yapmalı?
   
Bu özel bir dürtüdür. Herkeste olmaz. bazılarında az olabilir bazılarında çok. Bir konuyu düşünürken aklınıza gelenden özgün bir şey ortaya çıkarmaktır. En ilginç olan şudur ki, genelde insan ruhu incindiğinde veya yaralandığında bunun tedavi evresidir yaratı. Yaratı ile iyileşir insan.
           
Yaratıcılığı artırmak için  ruhu beslemeli, çeşitli  hayatları deneyimlemeli ve  tabii ki çok  okumalı .

   
Sizler yani psikiyatristler  bir insanın bilinçdışını nasıl anlarsınız peki?
   
Serbest çağrışım yoluyla. Aklınızdan ne geçiyorsa anlatın deriz kişiye. Bu iç dünyanın dile gelmesidir. İşte terapistin görevi bu kişinin en içeriden gelen rasgele sözcüklerden bir anlam üretmesidir. Biraz önce bahsettiğimiz sanatkârda aynı şeyi yapıyor. Bilinçdışından aldıklarını bütünleştiriyorlar.Sanatkâr bunu pek farkına varmadan yapıyor ama analist psikiyatr çok uzun eğitimlerden geçerek ve buna sanatçı yeteneğini de katarak yapıyor.  Psikiyatr  ile sanatçı birbirine benzer aslında.

Türkiye’de ruhsal hastalıkların tedavilerini nasıl buluyorsunuz? Başarılı denebilir mi?
   
Türkiye’de ruhsal hastalıkları anlama konusunda korkunç bir merak var. Bu konuda yaygın bir eğitim var. Ancak hakkıyla ve gerçek bir eğitim veren yer çok az. Üstelik son yıllarda iki üç psikoloji kitabı okuyan eğitimsiz ve deneyimsiz insanlar  eğitim koçu , NLP uzmanı gibi isimlerle özellikle gençlere güya ruhsal danışmanlık yapıyorlar. Bu çok tehlikeli haliyle… Ergenlik dönemi denen içinde coşkuyu, yaratıyı, isyankârlığı, çatışmaları barındıran o muamma dönemi eğitimsiz veya az eğitimli bir insan nasıl bilecek? Bir takım şablonlarla  bu dipsiz bucaksız konular çözülebilir mi? Türkiye’de bu işler çok denetimsiz yani…

Sizin ana konularınızdan biri de estetik.Sizce estetik nedir?

Estetik güzelliğin ötesinde bir ahenktir. Bu ahenkte zarafetin, yaratıcılığın ve sevginin toplamı mevcuttur. Kısaca fiziksel güzelliğe sevgi ile derinlik katılması gerekir. Ancak bugüne kadar estetik kavramında sevgi hiç yer almadı. Oysa sevginin katılmadığı estetik ve güzellik  çok yüzeyel  bir kavramdır bana göre.Sonuçta güzellik ve estetik bir ölçüdür. Bu ölçüye derinlik kazandıran şey sevgidir.

Dünyada sevgi kayboldukça estetik ve güzellikte kaybolacak  bu söylediğinize göre.
O kadar pesimist olmak istemiyorum ama bu dediğiniz teorik  olarak doğru...

Sizin  narsizm tanımlamanız nedir? Sen kimsin diye başlayan  konuşmalara tanık oluyoruz. Nedir bunun altında yatan nedenler ? 

İnsanın kendini beğenmesi , değerli bulması makul ölçülerde bir gereksinimdir. Ancak bu kişi kendisinden başkalarını çok aşağılık ve değersiz  görüyorsa ve sürekli başkaları ile ilişkisinde sen kimsin, sen kendini ne sanıyorsun cümleleri ile konuşuyorsa  burada patolojik bir kendini beğenmişlik vardır ve  hasta bir ruhun ifadesidir. 
   
Sohbetimizin sonuna doğru  geliyorduk. Bu kadar keyifli bir sohbet her türlü zamanı  çabucacık tüketir gibime geliyor. Celal Hoca'nın etkilendiği yazarlardan birinin  Yaşar Kemal  olduğunu  bildiğimden  büyük yazardan konuşarak  bitirelim istedim. Ben Yaşar Kemal der demez keyifli  sohbetimize kocaman bir ateş düşmüştü sanki. Odadaki bütün eşyalar, masa bile heyecanlanmış gibi geldi bana. Celal Hoca, Yaşar Kemal'le nasıl tanıştığını anlatırken  yıllar öncesine gitmiş ve o anı, onunla tanıştığı anı bulup getirmişti sanki. Biliyor musun dedi, o kocaman heybetli ve muhteşem adamdan korktum ben. Oysa bütün mütevazılığı ve samimiyetiyle düzenlediğim her kongreye seve seve  geleceğini söylemişti. Ama ben çok korkmuştum ondan. Hiç bir toplantıya çağıramadım bu nedenle, dedi. Ben ısrarla neden korktuğunu sordum. Cevap duyabileceğim en ilginç cevaplardan biriydi:  "İç dünyamın içini gördü gibi hissettim. O büyük yazarlarda olan en derine nüfuz etme hali...  Anadolu'yu, Çukurova'yı  en incelikli, en detaylarıyla  anlatan bu derinlerde  gezen adamın benim de bilinçaltımı ele geçirdiğini hissettim karşılaştığımızda. Korkumun sebebi bu olabilir."

 "Sanat ve Analiz" kitabınızda ayrıca Sait Faik, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Kafka gibi büyük yazarları ve eserlerini psikolojik ve psikopatolojik açıdan değerlendiriyorsunuz. Mesela Ressam Eduard Mucch'un "Çığlık" isimli tablosu örselenmenin resmidir diye bir başlık var kitapta. Okunacak öğrenecek ne kadar çok şey var.

Sohbet için teşekkürler                                                                                                                                   
                                                                        
SANAT VE ANALİZ, Doç. Dr. CelalOdağ, Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Eğitim Hizmetleri
Org. Ltd.Şti.Yayınlar, 2013.

http://izmirodag.com/

Bahar Coşkusu (Göksu UĞURLU)

“Arap Baharı” olarak adlandırılan ve 2010 sonrasında Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nde önemli toplumsal dönüşümlerin başlangıcını oluşturan eylemler zinciri hakkında farklı yaklaşımlardan çok sayıda yazı kaleme alındı. Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar ile başlayan sürecin ilerleyen aşamalarında sanırız ki bölgedeki –sonradan “devrik” ön ekini alacak olan- liderler ve çevreleri haricinde herkes olumlu ve destekleyici görüşlere sahipti. Örneğin “Batı”da Bahar (özelde Tahrir Meydanı) hem devlet görevlilerinin söylemlerinde hem de kitlelerin eylemlerinde coşkuyla karşılanmış, hatta Avrupa ve ABD’de sistem karşıtı gösterilere ilham kaynağı olmuş ya da en azından bu gösterilerin selamını almıştı.

Bahsi geçen coşkuyu kuramsal alana taşıma çabasının somutlaştığı bir eserin, Arap Baharı: Postkolonyalizmin Sonu’nun yazarı Hamid Dabaşi, Arap Baharı’nın Batı ve postkolonyal siyaset tarzını yıktığını, hatta ona dayalı devrim düşüncesinin de dönüştürüldüğünü ileri sürüyor. Düşünür, kitabı “Arap Baharı’nın sarsıcı açımlanmasına bütünüyle kaptırmışken” yazdığını belirtiyor ve ekliyor: “Bir devrimin açımlanmasını izlemek bir çocuğun doğumuna tanık olmaya benziyor.” (319)

“Bilgi rejimi”nin yıkılışı

Dabaşi, Arap Baharı’nın siyasi anlamdaki dönüştürücü etkisi kadar sistematik bilgi üretimi anlamında da çok önemli bir değişime yol açtığını ve eski “bilgi rejimi (regime du savoir)”ni yıktığını iddia ediyor. Yazarın sözleriyle, “[b]u devrimler Batı’yı taklit eden bir siyasetten doğmuyor. Batının bir adım ötesine geçiyor. Bu bakımdan söz konusu devrimler, kavramsal olarak dünya çapındaki regime du savoir için olduğu kadar mevcut siyasal düzen için de rahatsızlık verici.” (15)

Düşünür için, tam da bu nedenle bizlere düşen Arap Baharı’nın açtığı yolu iyi değerlendirip buna dayalı yeni kavramların ve düşünce sisteminin oluşması yolunda çaba sarfetmek. Zira, “[a]yaklanmaları özenle irdeleme ve kendi bilgisini yaratmasını sağlama ödevi, devrimlerin kendisi kadar elzem bir iş.” (325) Bildiğimiz her şeyi unutturan bir hareket karşısında Dabaşi’nin gerçekleştirmeye çalıştığı şey bu yolda bir ilk girişimde bulunmak şeklinde görülebilir. Ancak bu girişim daha çok yeni durumun açıklanması, analiz edilmesi ve yeni devrimci sürecin bütünleştirici unsuru olması için gerçekleştirilecek çalışmalara bir çağrı şeklinde kurgulanmış gibi görünüyor.

“Bize miras kalan bilgi üretim rejimi”nin yıkılmasının zaman alacağını, ama Arap Baharı’nın olmuş bitmiş bir devrimden farklı olarak “kendi öncü fikirlerini, kavramlarını, eğretilemelerini ve mecazlarını doğuracak” (328) bir şekilde açımlanmaya devam eden “ucu açık” bir devrim olduğunu ve bize bu imkanı sağladığını düşünüyor.

Devrimin “ucu açık” niteliği

Yazara göre, “Arap dünyasında cereyan eden devrimler için, iktidarın kapısını çalmak ama tiranların kapısından içeri dalmamak mecazı düşünülebilecek en iyi mecazlardan biri olsa gerek.” (145) Bir başka deyişle “devrimler” eskisinin yerine geçecek yeni bir iktidar kurmaktansa alışılagelmiş siyaset kalıplarına bir karşı çıkışı tercih ediyor. İktidar karşısında kamusal olanın savunusu şeklinde beliriyor ve böylece tamamlanmamış olarak, ucu açık şekilde kalıyor. Bundan sonraki her iktidar “devrimler”in oluşturduğu söz konusu yeni durumu göz önünde bulundurmak mecburiyetinde…

Arap Baharı’nı oluşturan “devrimler”in Batılı güçler ile çatışmalı gibi görünse de onlarla aynı tarafta olan karşı-devrimci güçler tarafından çalınma çabalarının da farkında olan Dabaşi, karşı devrimcilerin bunu başaramayacaklarına olan inancını vurguluyor. “Devrimler”in ucu açık niteliği, onların geçmiş siyasi kalıpların ve ideolojilerin sonunu getirerek bilgi rejimini yıkmalarından dolayı geçmişe dönüş imkanını da ortadan kaldırıyor. Artık devrimin açımlanma sürecine şahitlik etmeye başlıyoruz. Yeni kavramlar, yeni siyaset tarzlarıyla… Düşünürün sözleriyle: “Arap Baharı, menzile varmak değil, beraat etmek demek... Postkolonyalizmin sonu olmasından kastım da bu: Arap Baharı bir ideolojiler dizisinin nihai olarak tamamına ermesi değil, tüm ideolojilerin tükenmesi, tümünden nihai olarak kurtulunması...” (338)

“Hareketin Kendisine Sevdalanmak”

Türkiye’de de Arap Baharı sürecinde ve hatta sonrasında Dabaşi’nin yaklaşımına benzer tutumlarla karşılaştık. Çoğunlukla bu tutum kendini “hareketin kendisine sevdalanmak” şeklinde açığa vurdu. Bir başka deyişle önemli olan “iktidara karşı” bir hareketin olmasıydı; yönü, yönelimi, etkileri ikinci plandaydı. Dabaşi kadar ileri gidip devrim olmayan bir şeye devrim diyebilmek için kavramın kendisini değiştirme noktasına (28) varıp varmadıklarını bilmiyoruz ancak anılan tutum da nesnel koşulların ve toplumsal ilişkilerin gerçekliğine ulaşacak bilimsel üretimden gittikçe uzaklaştı.

Arap Baharı dâhil olmak üzere mevcut koşullara karşı çıkışın, farklı bir ifadeyle “reaksiyoner tavır”ın önemi yadsınamaz. Arap Baharı birçok yönden Haziran Direnişi’nden çok farklı etkiler doğurmuş olsa da ikisi de bize dünyayı değiştirme yolunda karşı-hegemonyanın kurulma olanaklarını hatırlattı. Bununla birlikte Arap Baharı, Haziran’dan farklı olarak mevcut iktidarın yönetimden kovulması sürecine öncülük etti. Ancak bu sürecin etkileri bakımından belki de en önemli nokta, yeni bir ülke/dünya için gerekli güçten ve hegemonik konumdan mahrum bir sınıf hareketinin yokluğunda, reaksiyoner hareketin iktidar talebi ve onu ele geçirecek gücü de yoksa amaçlanandan çok farklı etkiler doğurabileceğini gözler önüne sermesidir. Görünüşteki nedenler kadar sonuçlar ve etkilerin de açıklanması sosyal bilimlerin asli görevidir. Böylece görünenin arkasındaki farklı nedenler de ortaya çıkabilecektir. Gerçekliği Dabaşi’nin yaptığı gibi olmasını arzu ettiğimiz şekilde göstermek nedenler ve etkilerin gizlenmesine yol açacaktır. Bunun yerine olguları bilimsel inceleme çerçevesinde ele alarak içerisindeki olanakları ve müdahale biçimlerini tartışmak gerekir.



ARAP BAHARI: POSTKOLONYALİZMİN SONU, Hamid Dabaşi, Çev.: Aslı T. Esen, Sümer, 2015.

Sorulara Dikkat Kesilmek (Hüseyin ETİL)

Türkiye’de entelektüel alan, ister üretim ister tüketim parametrelerine bakılsın, genel kanaatin aksine giderek canlanıyor ve “kitap”, “okuma”, “yazma” gibi sembolik ürünler ve pratikler gün geçtikçe kitleselleşiyor. Kitlenin kültürlendiği bu ahval içinde kitap dünyasında da belirgin bir canlılık göze çarpıyor. Yeni yayınevlerinin kurulması ve eski yayınevlerinin kendilerini güncellemeleri de bu canlanmaya işaret ediyor. Üstelik eskiden olduğu gibi kitaplar sadece yabancı dil bilen azınlığın erişiminde kalmıyor, yabancı dillerde yazılmış eserler çok kısa sürede Türkçeye kazandırılıyor, çeviri eserlerin sayısı artıyor. Nitekim klasikleşmiş ya da son dönemde öne çıkmış sosyal bilim metinlerini Türkçe okuyabilmek artık eskisinden kolay. Bunun son örneklerinden biri de Phoneix Yayınevi tarafından yayımlanan İlişkisel Sosyoloji: Ontolojik ve Teorik Yönelimler (2015). Christopher Powell ile François Dépeltau'nun derledikleri bu önemli kitabın –Güney Çeğin ve Ali Esgin’in takdimiyle– Türkçeye kazandırılmış olması olumlu bir gelişme. Daha önce Emrah Göker ile Güney Çeğin tarafından derlenen Tözcülüğün Tasfiyesi (2012) kitabıyla birlikte düşünüldüğünde, bu kitap, Türkçe ilişkisel sosyoloji literatürünün geliştiğini gösteriyor. İlişkisel sosyoloji projesi içinde çalışan sosyal bilimcilerin çıkardığı Modus Operandi: İlişkisel Sosyal Bilimler Dergisi'ni de hesaba katarsak, ilişkisel sosyoloji literatürünün Türkiye sosyal bilimler alanında –henüz daha ziyade “teorik düzeyde” kalsa da– önümüzdeki yıllarda ciddi bir etki yaratacağını şimdiden iddia etmek mümkün. Çünkü sosyolojinin yeni araştırma gündemlerine damgasını vuracak olan ilişkisel sosyoloji yöneliminin sosyo-teorik ve meta-teorik tartışma alanlarını kıştırtması ülkemizdeki sosyoloji pratiği açısından önemli açılımlar barındırıyor. Politik faaliyet ile bilimsel faaliyet, ideoloji ile bilim, pre-nosyonlar ile (bilimsel) nosyonlar arasındaki Bachelardcı epistemolojik kopuşu önemsemeyen, akademik faaliyetin arkesinin başka alanlara kolayca indirgenebildiği, dolayısıyla dikkatimizi otonomik karakteri güdük akademik camiamızın gayriihtiyari ideolojisine yönelten teorik, meta-teorik ve ontolojik tartışmalar önemli görülmelidir. Ortakduyusal kavrayışını akademik faaliyetine doğrudan yansıtan, ortaklaşmış zihinsel şemalardan kopuşu önemsemek yerine, o şemalara yatırımlar yapan bir akademik habitus kaçınılmaz olarak duyuları kavramsallaştırma çabası içinde olacaktır. Bu yapısal etmenler bağlamında ilişkilselci düşüncenin önemi, tözcülüğe karşı verdiği ontolojik, epistemolojik ve de metodolojik mücadeledir.

A priori analiz araçları olarak işlemselleşen “devlet”, “sınıf”, “ulus”, “toplum”, “birey”, “kamuoyu”  gibi tözsel birimlerle bilimsel faaliyet yürütülemeyeceği ileri süren ilişkilselci yaklaşım, “Evren”in, “Doğa”nın ve “Toplum”un ilişkisel nitelikli olduğu yolundaki ontolojik argümanından hareketle bilimsel kavramların –epistemolojik alanın– bu ontolojik yönelime göre yeniden yapılandırılması gerektiğinin altını çizmektedir. Ernst Cassirer de bunu “tözcü kavramlar” ve “ilişkiselci kavramlar” arasında yaptığı ayrımla vurgulamıştır. İlişkiselci sosyolog bu nedenle Durkheimcı gelenekte olduğu gibi toplumsal olguları “şeyler” gibi değerlendirmez; şeyler arasındaki bağıntıların, ilişkilerin, etkileşimlerin odaklanılması gereken esas noktalar olduğunu düşünür. Toplumsal fenomenlerin anlamlandırılması ve açıklanması ancak ilişkisel modeller içerisinde anlaşılabilir. Aksi halde bilimsel faaliyet, nesnelere kendi izahını kendi içinde taşıyan tözsel varlıklar muamalesi yapacak ve a priori türetimlerden kaçınamayacaktır. İlişkiselci perspektif klasik sosyolojiyi kamplaştıran özne-nesne, yapı-fail, eylem-yapı, makro-mikro gibi düalist yatkınları örseleyen yeni bir epistemolojik zemin açıyor. Bu anlamda ilişkilselci proje klasik sosyolojinin iki temel akımına meydan okur; onlara göre ne bireyler kendi açıklamalarını kendi içinde taşıyan, kendi özniteliklerine sahip toplumsal ilişkilerden izole birimlerdir, ne de toplumsal olgular aktörlerin dışında, onlara baskı uygulayan fiziksel nesneler gibidir. Nesnelcilik ile öznelcilik, iradecilik ile determinizm arasında konumlanmaya mahkum olmadığımını dile getiren ilişkilselci sosyoloji, sosyal olguları ne izole edilmiş birey kavrayışıyla, ne de taşlaşmış yapılar kavrayışıyla ele alır, aksine toplumsal olgularu süreçler, ilişkiler, bağlar, etkileşimler temelinde analiz etmektedir.  Bu açıdan ilişkiselci sosyoloji statik değil dinamik bir araştırma programına bizleri davet etmektedir. Dinamik bir varlık anlayışı dinamik bir bilgi kuramını salık verir. Tam da burası benim için çok önemli; çünkü bu kavrayış hazır kavramsal kalıplardan, kendiliğinden apaçıklıklardan şüphe etmeyi ilke ediniyor. İlişkiselciliğin kanaatimce refleksif bir epistemolojiye imkan veren hususiyeti burayla bağlantılı: İlişkiselci sosyal bilim anlayışı “cevaplardan” çok “sorulara” dikkat kesiliyor.
İLIŞKİSEL SOSYOLOJİ: ONTOLOJİK VE TEORİK YÖNELİMLER, Der.: Christopher Powell, François Dépelteau, Çev.: Özlem Akkaya, Phoenix, 2015.

Yaralara Işık Tutan Bir Roman (Nilüfer ALTUNKAYA)

Amerikan Edebiyatı’nın en verimli yazarlarından biridir Oates. Bu yüzden dilimize çevrilen eserlerine bir yenisi eklendikçe heyecan duymamak elde değil. Kurmaca ve gerçekliğin sınırlarını zorlayan, yalın anlatımıyla etkili bir derinlik yaratabilen,  müthiş bir gerilim içinde okuru hep insanın kuytularında gezdiren baş döndürücü bir yazardır o. Tecavüz, ensest, çocuk istismarı, intihar, şiddet, aşağılama gibi insana özgü kötülükleri soğuk bir nesnellikle değil insancıl bir anlama ihtiyacı içinde anlatır. Gotik bir evrende korku, yasak ve günah kavramlarını sorgularken bilinemez olanın kapılarını aralar.

Alev Bulut “Joyce Carol Oates’un Öykü Dünyası” adlı makalesinde Oates’un öyküleri hakkında şunları belirtir:

“Oates, sınıflama ölçütü ne olursa olsun bütün öykülerinde genel olarak her gün herkesin başından geçen ya da geçebilecek şeylerden, günlük yaşantımızın satır aralarından, çok sıradan, tanıdık yaşantılardan süzdükleriyle aslında bizi bizle yüzleştirir. Örneğin gotik türdeki öykülerinde bizi sanki bizimle korkutur, hiçbir şeyin insanın sahip olduğu en temel güdülerden, şiddet dürtüsünde daha korkunç olamayacağını göstererek korkuyu çok uzaklarda aramamıza gerek olmadığını hatırlatır. Düşünüp de dile getiremediklerimiz, düşünmeye bile çekindiklerimiz bu öykülerde pervasızca gezinir.”

Kendisine kulak verirsek neden insanın bu karanlık sınırlarında gezindiğini daha iyi anlayabiliriz:
“Bana yön veren dürtüler hemen her zaman insanları, doğayı, bir olayı ya da derinliğine ancak sanatın dingiliğinde inilebilecek, içinden çıkılması güç bir deneyimi anıtlaştırma isteği gibi şeyler olmuştur. Buna bir de kendini savunamayacak olanların “yaşadıklarına tanıklık edebilme” ve genel çizgileriyle tanımlamakta çok zorlandığım gizemleri, sırf varlıkları kabul edilsin diye ortak yaşantılara dönüştürme, onları kâğıt üzerinde kalıcı bir hale getirme isteğimi eklemeliyim. Çünkü bizi birbirimize bağlayan şeyler en temel deneyimlerimiz - duylarımız – dürtülerimizdir - bunların çok karmaşık bir dili de yoktur.”

Öyleyse, insanın yaralarına ışık tutmak, kötülüğün derinliklerindeki iyiliği çekip çıkarabilmek gibi bir çaba içindedir diyebiliriz onun için.  

Elbette bunlarla sınırlı değildir Oates’un yazma uğraşı. Yalın bir anlatımla görkemli bir etkiyi çoğaltmayı başarır. Bunu anlatıcının öykü evrenini olağanüstü bir yakınlıktan kurmasına borçlu olduğunu söylemek mümkün. Her kurgusunda bir yaşanmışlık etkisiyle okura yalan söylemediğini sezdirir. Bu mesafeyi o kadar ustalıkla ve yöntemsel bir sezgiyle ayarlar ki artık kurgu çok katmanlı bir gerçeklik algısıyla hapseder okuru. Tıpkı İlk Aşk da olduğu gibi.

On bir yaşlarında bir kızdır Josie. Genç ve güzel annesi Delia’nın babasından ayrılması üzerine Ransomville’ye Esther Teyze’nin yanına taşınmışlardır. Josie bütün duyularıyla algılamaya başlar bu yeni yaşamını. Böylece Presbiteryen Kilisesi’nin gelecek papaz adayı olarak yetiştirilen Jared’ın bambaşka deneyimlerle dolu dünyasına adım atar.

Dünyayı annesinin anlattıklarından tanımaya çalışıp, merakını annesine sorduğu sorularla giderirken kuzeni Jared, İbrahim’in Tanrı’ya itaat etmesi gibi bir etki yaratır Josie’de. Korku dolu, esrarengiz ve anlaşılması zor bir esaret başlar.

“Mücadele edemeyecek kadar zayıf ve âşıksın. Jared seni, küçük kız, kontrol altında tutmadı mı, kendi deyişiyle incitmedi mi? Bataklıkta ve eski köprünün yıkıntılarında kim bilir kaç kez. Ve şimdi, büyükannesinin mutfağından yürüttüğü ve daha dayanıklı olsun diye defalarca kıvırdığı tülbent şeritleriyle senin el ve ayak bileklerini bağlıyor.” (s.56)

Josie hep büyüklerin dünyasının bir parçası olduğunu sandığı yasakların, korkuların, yani henüz bir kız çocuğunun tanışmadığı başka türlü şeylerin dünyasına adım atarken, hem meraklı, hem de serüvenci ruhunu dizginlemek istemez. Bunları kimse bilmemelidir. Çıplaklık kan ve cinsel kışkırtıcılık barındıran aşk ritüelleri gibidir yaşadıkları.

Anlatının kahramanları aslında sadece bu küçük kızın gözlemleriyle aktarılsa da önemli ayrıntılar harika fırça darbeleri gibi bütün manzaraya hâkim olmamızı sağlar. Bir çırpıda eski yerleşim yerlerinden geçip, nehrin kıyısındaki sesleri duyarak bir kız çocuğunun yakın akrabasının ürkütücü dünyasına adım atarız. Esiri olduğu şiddete tanık oluruz. Kadın erkek rollerindeki keskin farklılıklara, dinsel yaptırımların gotikleşmiş normlarına dokunuruz. Mekânın derinliği, kasaba ve şehir yaşamının ayrıntıları üslupsal bir devinim yaratır.

Suç vardır ortada,  Josie sonunda bunu anlar, itaat etmekten kurtarır kendisini ama suçlu yoktur. Bu coşku dolu bir ilk aşktır sadece.

Sonuç olarak, Joyce Carol Oates’un yazınına küçük ve unutulmaz bir ilk adım için okunulması gereken en güzel öykülerden biridir İlk Aşk. Erhan Sunar’ın çevirisi de özgün dildeki anlam katmanlarını ve biçimsel hareketliliği dilimize oldukça başarılı bir şekilde aktardığı için kaçırılmaması gereken bir fırsat olsa gerek. Alakarga’dan…
İLK AŞK, Joyce Carol Oates, Çev.: Erhan Sunar, Alakarga, 2015.

Seçimi Değil İnsanı Anlatan Kitap (Aydın İLERİ)

Sinemamızın son dönemdeki başarılı, sevilen ödüllü oyuncusu, doktor, senaryo yazarı,  BirGün Gazetesi Pazar Eki’ndeki yazılarında ve ilk kitabı “Peri Gazozu”ndaki öykülerle okuru hüzünle sarmalayan, yaşanmışlıkları betimlediği, çarpıcı üslubuyla belleklerimizi sarsan, hafızamızı tazeleyen, okuyanın boğazını düğümleyen, okurun gözlerini istemsizce nemlendiren Ercan Kesal, novella türündeki yeni romanında, politik hiciv kaleme alarak okurunu gülümsetmeyi umuyor.  

Uzun zamandır üzerinde çalıştığı, notlarını aldığı kısa romanda yazarın yazı üslubunu bilen nereden hüzün çıkacak diye bekleyen okuru şaşırtacak bir mizahi ton var.

“Nasipse Adayız” da, Devrimci bir gelenekten gelen “başka bir siyaset yapma” heveslisi bir doktorun “iktidar olma”  hırsıyla belediye başkanlığına aday gösterilme çabası var. Bir süre sonra tüm çabalarının nafile olduğunu, kazın ayağının hiç de öyle olmadığını fark ediyor.  Kendisinden çok daha deneyimli, neredeyse her seçimdeki çalışmalarda ve aday adaylıklarında yerini alan “demirbaş adaylar” olduğunu acı gerçeği ile karşılaşıyor. Seçim öncesi birden bire artan yöre dernekleri yemekleri, kokteylleri, “bilet pazarına dönüşen, aday adaylarının sömürüldüğü bir seçim arifesinde”  kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyen adayların parasal rekabeti.

Bütün o ön seçim süreci, aday adaylıkları, delege listeleri gibi aşağıdan yukarıya demokrasi tanımlarının hepsi boş, göstermelik tuhaf bir oyun. Siyaseti meslek gibi yapan insanların sürdürdüğü bir faaliyet olduğunu fark ediyor etmesine ama fark ettiğinde, kahramanımızın geri dönecek cesareti de kalmadığı için, sonunu bildiği bir oyunu oynamaya zorunlu olarak sürdürüyor.

Siyasetin engebeli ve dolambaçlı yollarından geçen kahramanımız Dr. Kemal Güner’in belediye başkanlığı aday adaylığı deneyiminde başından geçenlerin anlatıldığı roman fazlasıyla gerçekçi, hayata, insana, siyasete dokunuyor.

İstanbul’un varoşu diyebileceğimiz yerel kimliklerin, yöre derneklerinin siyasette belirleyici olduğu bir ilçede dayanışmacı, halkını seven, yerelin sorunlarını bilen, hizmet etme idealleri olan, halka dokunan naif bir doktorun seçim sarmalında başından geçenlerin anlatıldığı traji komik bir roman.

Romanı okuyanlar kendi siyasal ve insani yaşam deneyiminden bir parça mutlaka bulacaktır. Romanda geçen bölgeye çok benzer bir yerelde yaşamış, büyümüş ve yerel seçim süreçlerine çokça katılmış biri olarak kitapta kendimden çok şey buldum. Romanda anlatılanlar  bir partide yaşanan bir süreç değil. Adaylaştırma  sürecinde yaşananlar hemen hemen bütün partilerde benzerlik gösteren bir süreç. Partilerdeki demokratik süreçlerin gerçekçi ve sağlıklı işlemediğini anlatan bir politik hiciv Nasipse Adayız.

Romanda geçen bir bölümde artık aday adaylığı sürecindeki çalışmaları bir meslek gibi sürekli yapan bir adam, Doktor Kemal Güner’e; “Üzülüyorum senin bu hallerine” diyor… “Biz buradayız, gidecek başka yerimiz yok, işimiz bu aslında. Arada senin gibi arkadaşlar gelir, biraz vitrinde dururlar, paralarını harcar ve giderler” diyor. Bu diyalog, tuhaf oyunu göz önüne seriyor.

Mizah, kara mizah, dildeki oyunlar okurken güldürüyor, güldürürken düşündürüyor. 100 yaşını kutladığımız yazı ve mizah ustası Aziz Nesin yaşasa bayrağı seve seve devrederdi Ercan Kesal’a. Senaryo diliyle yazılan romanın çok yakında bir sinema filmine dönüşeceğini ve Ercan Kesal’in bir nefeste okuduğumuz yazılarının bir kaç hafta içinde tekrar BirGün Gazetesi Pazar Eki’nde olacağını buradan müjdeleyelim.

Nasipse Adayız’, yerel ve genel siyasete atılacak herkese “Yeni başlayanlar için bir kılavuz roman” ısrarla önerilir/öneriniz.

NASİPSE ADAYIZ, Ercan Kesal, İletişim, 2015.