Meyan Kökü, Hazırlayın! Ben de Geliyorum! (Süreyya KARACABEY)

Değerleri dile döktüğümüz yer onların ilksel anlamlarının barındırdıkları özgünlükten ve sahicilikten çok uzakta, pek çok düzlemde düşülen bir tuzak bu, klişelerin ve anlam cesetlerinin tuzağı. Muhafazakarlık karşı çıktığı ya da ufkuyla anlam kazandığı modernliğin negatif tamlayıcılarından biridir, dolayısıyla bir kaybın üzerine yazılmıştır. Kendini rasyonel aklın eşliğindeki hız, değişim vb. gibi yaylı sazlarla ifade etmeye çalışan ve giderek karmaşıklaşan modernite olmadan muhafazakarlıktan söz edemeyiz. Geçmişin telafisini, değişimin hızla silikleştirdiği değerleri muhafaza ederek, dolayısıyla da geleceği geçmişe havale ederek mümkün kılmaya çalışan tasavvur, yitik cemaatin etik-duygusal özlemlerinin bir dışavurumu olarak anlaşıldığında, bir alıkoyma jesti olarak- yani akışa karşı direnme olarak bir anlam taşıyabilir. Nostaljik bir yüceltme insan topluluklarına, bir zamanlar başkalarının yaşadığı gibi yaşamayı telkin ederken, ortak geçmiş kodlarını şimdide tekrarlarken bize meselenin duygusal bir efektten daha fazlası olduğunu hatırlatır. Değişimin zorunlu kıldığı yapısal dönüşümlerle sorunsuzca birleşen, sözgelimi kapitalist ekonominin çerçevesini çizdiği bir hayatta ayakta kalmayı beceren bir topluluğun değer muhafazasını, içkin olandan koparıp aşkın bir pozisyona getirmesinin yarattığı manzarada muhafazakârlık aniden aşırı modernist bir karaktere bürünür, tekrar edildiği her düzlemde paradoksal bir karakter kazanır, dolayısıyla kullanım ekonomisinde bir değişim değerine dönüşerek içerdiği etik potansiyelin sahteliğini yeniden üretir. Her şeye rağmen siyasetbiliminde ya da sosyolojide öteki boş gösterenler gibi işlevini sürdürebilir ama bu anlamıyla sanatla birleşmesi açıkça anlamsızdır.

Ben muhafazakâr sanat diye bir şey bilmiyorum, kastedilen geleneksel kodlara riayetini sürdüren bir sanatsa o da çoktan modernizmin, postmodernizmin içindedir. Modern öncesine ait bir sanatın taklit yoluyla yeniden üretiminin onu geleneksel yapmayacağına Hegel’den beri aşinayız. Mesele muhafaza edilmesi gereken değerlere saygılı bir sanatsa bunun da ancak sanatçının kişisel yapıt çözümlemesinde bir anlamı olabilir. Yani sanatçı muhafazakâr değerleri ümitsizce taşıyabilir, Romantikler gibi geçmişi yüceltebilir, Peyami Safa gibi modernleşen toplumdaki değer kaybına edebi yas tutabilir, hepsini yapabilir ama kategorik olarak muhafazakâr sanatı var edemez, çünkü sanatsal edimlerin çoğu zaten toplumsal belleğin içerikleriyle ilgilidir. Akışta alıkonulması gerekene dikkat çekebilir, her yeniliğin matah bir şey olmadığını haykırabilir, bu ortak değerler meselesine aittir, muhafazakârlığın kayıp varoluşuna değil.

Şüphesiz “muhafazakâr sanat” tamlamasını her türlü veriden bağımsız, salt düşünce dünyasına ait bir yerden tartışmıyoruz, bu konuda yazılmış manifestoların, sanat nasıl olmalı türünden dile gelmiş zayıf argümanların üzerinden tartışıyoruz ve bu verili çerçeve içinde “muhafazakâr” sanatın yapıntı bir şey olduğunu pekala biliyoruz. Avrupa sanatı uzun zamandan beri, geleneksel sanatın –zanaatın- modernde gözden yitmiş kısmını rehabilite etmeye çalışıyor zaten, bir hüner olarak, ustadan öğrenilen bir şey olarak sanata yapılan vurgunun temel hedefi, fazla abartılıp, kutsallaştırılmış sanat algısının eleştirilmesiydi. Sanata kaybettiği toplumsal işlevi yeniden vermekti, ya da onu daha dünyevi bir yere yerleştirmekti. Geçen yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl bunun örnekleriyle dolu. Özellikle kültürel çoğulculuğun neo-liberal dünyada fazla hararetle kucakladığı yerellik meselesi de benzer biçimde sanatta kültürel farklara, dolayısıyla gelenekselin şimdideki izdüşümlerine verdiği önemin bir ifadesi. Dolayısıyla kültürel içerikler de kullanım değerinden değişim değerine çoktan geçmişken, tekil sanatçı ümitsiz bir biçimde değeri, rant ekonomisinden kurtarmaya çalışırken ve sanatı bir sığınak olarak görenler en kötümser eleştirmenler olurken, muhafazakâr sanatı tartışma konusu haline getiren neo-liberal bestsellırcılar aslında ultra-postmodern pazar yokuşunu sırtlarına yükledikleri “eski değer, tasavvufi içerik vb.” ile tırmanmaya çalışmaktadırlar. Kolay gelsin de o yolun sonunu yokuşu tırmanmadan da biliyoruz zaten. Ben susayım Ece Ayhan konuşsun:

Şimdi, bugünlerde, kentimize bir köçek gönderilmiştir: Geleneksel sanatlar.Mollaların lakırdısıdır (…) Dangalaklar kafalarının kayıtlarını yanık saraylara yaptırmaya alışmışlardır.Bildiğimiz kuraldır, sanatları imgelemsiz, açılımsız, köksüz kimesneler, kırkından sonra böyle bir kök aramaya kalkışırlar, meyan kökü, hazırlayın! Ben de geliyorum. (Bütün Yort Savullar, İstanbul YKY, 1994. S.55)

Eski Harflerle Kalb Ağrısı Var mı? Var da Onlar Biraz Pahalı (Beliz GÜÇBİLMEZ)

Bankalar bize gelecekten haber veriyor. On yıllık ev kredileri, on yıl boyunca, her gün bir gün öncekinden daha bağımlı ve daha yoksul olacağımızı müjdeliyor. Kredi kartı ekstrelerinin taksit dökümü henüz gelmemiş günlerin utkulu vaatleriyle dolu. Sistem bugünümüzü harcamakla yetinmiyor, geleceğimizi de harcıyor, gelecek daha gelmeden zaten çoktan bitmiş oluyor. Yeni kapitalizm buradan okunduğunda basbayağı gelecekçi gibi görülebiliyor, neo-liberalizm de bunun kültürel bayraktarlığını yapıyor ve bunların yanına şimdilerde en çok “geçmiş de geçmiş” tutturukluğu ile ilişenler yakışıyor diye yemin etsek başımız ağrımaz; kavramlar suiistimal edilebilir.

“Geçmiş güzel günlerde herkes cebindeki kadar harcar, gününü gün eder, günü gün, yarını yarın olurdu.” diye devam eden bir erken kapitalizm nostaljisi kurmak için yazılmıyor bu yazı. Muhafazakârlıktan konuşuyoruz. Muhafazakârlık, yumuşak yüzü ile bugünün vahşeti hırçınlığı ile kamçılanan siyaset sahnesinin kirli örtmecesi olarak ortaya çıkmadan önce bir tür hafıza mekanizmasını çalıştırıyordu belki de. Nisyana karşı ağırbaşlı, içedönük bir isyan gibi çalıştığı bir dönem de olmuş olabilir. Bu terimlerin hiçbiri bugün artık duyduğumuz muhafazakârlık kavramına içkin değil, hepsi çoktan safra olarak dışarı atılmış, ne ki sözlükten silinmemiş. O nedenle bir ilkokul çocuğu sözlüğe baktığında muhafazakârın karşısında “bir şeyi değiştirmeden olduğu gibi tutmak isteyen, eskiye bağlı, tutucu.” tanımını okuyacaktır. Eskiye bağlılık her zaman sandık sarısının hüznü, tozlu kütüphane gibi bir şey değil, eleştirel düşüncenin saplanıp kaldığı, o şimdi’ye ilişkin eleştirel pozisyonun henüz gelmemiş, gerçekleşmemiş bir gelecekten devşirilememesi nedeniyle o ölçütlerin geçmişten bulunup çıkarılması ile kurulup güçlenen de bir şey. İşlerin kötüye gittiğini söylemek yani bir bakıma muhafazakâr bir refleks. Tespiti yapmayı sağlayan referans noktası geçmişten, orada daha iyi, ya da en azından bu kadar kötü olmayan bir noktadan kurulduğunda bundan kaçış yokmuş gibi görünüyor.

İnsanlık tarihinin bir parçası olarak sanata baktığımızda, demek ki bakışımızı insan doğası denilen şeyin her zaman toplumsal doğa olduğu kabulüyle çerçevelediğimizde şöyle bir salınım görürüz. Sanat yapıtının hep aynı sıkıcı klişelerle kurulduğunu, belli yapma biçimlerinin artık belli içerikleri taşıyamayacağına duyulan inanç, sanatçının konuştuğu kitleyi daraltması ile sonuçlanacak bir yeniliğe yol açar ve sanat hep bu anlamda peşine takılan gölgelerle mücadele eder. Ama bu mücadele onu belirler, benzemekten en çok korktuğu şey, onu kendine benzetir ve savaştan çıkıp rüştünü ispat ettiğinde, savaş yorgunluğu onu durdurur. Şimdi bulduğunu tutmanın günüdür, uğrunda onca kan, ter, gözyaşı döktüğü, her türden itibarsızlaştırma, küçük görülme, alay edilmeye direnerek geldiği noktada avangard çıkışın nefesi buraya kadardır. Kazanan, evet kaybeder. Ama kayıp kazançtır da. Sanat yaygınlaşır, daha okunaklı hale gelir. Sanatçının tekil pozisyonunu çoğaltmanın yolu sanatı izleyen kitleye talep ettiği aşinalık duygusunu, demek geçmişten bildiği bir şeyleri yeniden sunmaktan geçer.

Şu kadarını hepimiz biliyoruz, şüphe olmadan inanç, gerçek olmadan hayal, modern olmadan muhafazakârlık olamıyor. Muhafazakârlık hep geriden gelir; önermelerle değil karşı önermelerle kurar kendini. Modernizmle karşılaşmanın yarattığı değişim bir ihtimalken bile, o ihtimal değişmekte olanı dünden sürmeye hevesli muhafazakârın uykusunu böler. Önüne bir kâğıt çeker, “gelmekte olan gelmese, hem belki de, o gelen o kadar da iyi değildir, biz böyle iyiyiz, iyiydik değil mi, evet öyleydik” diye yazar. Duyarsızlığı yastık yapmakla karşılaştırıldığında uykusuz geçen geceler her zaman iyidir, bir vicdana işaret eder. Muhafazakârlığın, hayatı, deneyimi, deneyimin aktarılma biçimi olarak sanatı olduğu yerde “tutma”ya eşlik edebilecek ideolojik ve estetik talebinde, hep eski formlara atıfla konuşmak durumunda olan sanat tarihinin argümanlarının neredeyse tamamı kayıtlıdır. Kişisel bir serzeniş, yitip gidenin ardından bakmak olarak tarifleniyorsa bir sanat galerisinde yan yana gelmiş her yapıt, en ilerici sanatsal manifesto sözcüğün bu anlamıyla muhafazakârdır ve eğer böyleyse muhafazakâr sanat adıyla etiketlenebilecek bir sanat biçimi yoktur. Kavramların yüzeyi bu kadar genişlediğinde kendi içini açık ki boşaltmaktadır ve aynı şey devrimci sanat kategorisi için de geçerlidir, “sanat, tanımı itibariyle devrimcidir” dendiğinde, aynı yüzey genişlemesi halka halka büyüyüp suya atılan taşı unutturur.

Buraya kadar sorun yok. Ama bütün bu tartışmaları sığ gündemimizden bağımsız bir yerden yapmıyoruz. Bugün muhafazakâr sanatı hikmetinden sual olmasın diye manifestolarla destekleyenler şunun elbette ki ayırdındadır, bu pozisyonun değerler pazarında bir rayici vardır ve “muhafazakar yazar” uygun iklim koşullarında bir yayınevinden diğerine yüklü transfer paraları alarak dolaşıp durur. Sermayenin dolaşımda büyüdüğünü öğrenmiştik Marx’tan. Burada da aşağı yukarı aynı yasa işler. Dolgusu geçmişin değerleriyle yapılmış maneviyatın maddi değeri yüksektir. Paradoksa yakından baktığınızda ya hipnotize olursunuz, ya mideniz bulanır.

*Ece Ayhan “Ölümün Arkasından Konuşmak”

İskender Pala'nın Yüce Efendileri ve Mutlu Köleleri (Pelin TEMUR)

Güncel sorunlarımıza idealleştirilmiş bir tarihten çözüm bulmaya çalışan kalem erbapları her dönem olmuş. En çok arz-ı endam ettikleri dönemlerse sistemin ideal insan-yurttaş tanımında değişiklik olduğu dönemler. “Ümmetten millete” geçerken bastıran tarihi roman dalgası, şimdi “milletten ümmete” geçerken yine oldukça popüler. Bu dalga, tarihle edebiyatın ilişkisinde her dem var olan problemleri de taşıyor, güncel problemleri de.

Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih” makalesinde, Hobsbawm'dan aktarıyor: “Belki de 'alt tarafı' bir roman deyip önemsenmeyebilir, ama tarihin yerine mit ve icat koymaya yönelik bu ve başka girişimler sadece kötü entelektüel şakalar olarak geçiştirilmemelidir. Zira okul kitapları, sinema ve televizyon filmleri, hikaye ve romanlar, popüler çizgi romanlar bu entelektüellerin üretimidir ve tarih ataların belleği ya da kolektif gelenek değildir. Tarih, insanların roman yazarları, din adamları, öğretmenler tarih kitaplarının yazarları, dergi makalelerinin editörleri ve televizyon programcılarından öğrendikleri şeydir.” Zamanında okuma yazma bilmeyen halka tarih nasıl kilise duvarlarındaki resimlerle öğretildiyse, şimdi de, çabuk sıkılan çağımız insanına, tartışma programları, TV dizileri ve bol aşk soslu tarihi romanlarla öğretiliyor. Satış rakamlarına baktığımızda bu konudaki en iddialı öğreticimiz İskender Pala.

Pala'nın anlattığı tarih, kahramanların yazdığı şanlı bir tarih. O şanlı kahramanlar tarihi yazarken sıradan fanilerse onların devletlü iradesinin önündeki hazan yaprakları gibi savrulup duruyorlar. Bugünün sorunlarını dahi öngörüp çözüm geliştirmiş olan bu kahramanlar, hata yaptıklarında bile birtakım “devlet etme” zorunluklarıyla davranıyor ve mutluluk dolu bir itaati de hak ediyorlar şüphesiz. O buğulu sesiyle birtakım vicdansızlıkları “zorunluluk” mertebesine yükseltiveriyor Pala. Yunus'un mezarına kimse gitmiyor diye gözleri dolacak kadar hassas olan bu adam, birden buz gibi bir itaatle konuşmaya başlıyor: “Efendim, şimdi dönemin şartları düşünüldüğünde, bu devir gibi değil tabii, devlet adamı olmanın zorunlukları var, (taht mücadelelerinde kardeşin kardeşi öldürmesi için)bünyeyi korumak için serçe parmak feda edilmiş, (Yavuz'un Alevi katliamı için)30bin-40bin diyorlar; değil efendim, en fazla 7bin. Onların da çoğu Şah'a gitmesinler diye kolları ve bacakları çapraz kesildiği için ölmüşler. Malum, dönemin tıbbı pek gelişmemiş...” Bu akıl yürütmeye bakıp da iyi kötü bir tarihsellik algısı olduğunu sanmayın Pala'nın. Yok. Zulmü “anlamak” için böyle zihinsel taklalar atarken diğer olguların tarihselliklerini kavramak için serçe parmağını bile oynatmıyor. İskender Pala’ya göre aşk, kadın, erkek, iktidar, namus, mutluluk Osmanlı'da neyse hala o ya da hala o olmadığı için sorun yaşıyoruz bugün. Dönüp orayı anlasak ve tekrar etsek sorunlarımız çözülüverecek.

Pala'nın kadına bakışı, ayrıca üzerinde durulmayı hak ediyor. Kadın'ı Allah'ın yarattığı dünya güzelliklerinden biri olarak görüyor. Şöyle diyor mesela: “Tanrı, büyük ve sonsuz gücüyle balçıktan, yanakları gelinciğe, göğüsleri beyaz güle benzeyen güzeller yarattı. Bu güzelliğin değerlendirilip sevilmesi için de aşıkların gönüllerine aşk ateşini yerleştirdi.” Kim bu aşıklar? Erkekler tabii. Yani bir yanda dünya var, bir yanda da koca gönülleriyle erkekler. Sürekli ağlayan, iç çeken, tek takdir edilecek şeyi güzelliği olan kadınlarsa bakılıp sevilecek, kaderleri hakkında başkalarının verdiği kararlara bir tür “gönüllü kulluk” geliştirecek varlıklar. Mesela saraydan kaçan bir cariyeyi anlatırken onun neden kaçmış olabileceğini anlayamıyor Pala. Çünkü bir cariyenin Sultan'ın odasındaki mutluluğunu “İçinde bir erkekle değil, bir devletle birleşmenin hazzını yaşıyordu.” diye tarif ediyor. Bir kadının mutluluğunu buradan tarif ettiğinizde “Saraya ait bir kadınla değil konuşmak, onun yüzüne bile bakmak bin bir çeşit sorgu sual gerektirirdi.” cümlesine, daha “saraya ait bir kadın” diye başladığınızda ne çok mutsuzluk sebebi yarattığınızı anlayamıyorsunuz tabii. Saray ahalisinin gezmeye çıktığı Hıdırellez gününden bir sahne tarif ediyor Pala. Atlardan biri ürküp şaha kalkınca cariyelerden biri denize düşecek gibi olur. Cariyenin yakınındaki bir şair onu tutarak düşmekten kurtarır. “Hareme ait” bir kadına dokunur yani! Kendilerine geldiklerinde ise cariye korkudan bayılır, şair ise günahına karşılık diz çöker Sultan'ın önünde. Sultan'sa Pala'nın tüm sultanları gibi yüce gönüllüdür ve “Üzülme mollam! Bu hanımı sana bağışladım, helalin olsun.” der. Ve hemen orada nikah kıydırır ikisine. Eh, yoruma gerek yok...

Saraydaki entrikaları ise kadınlar ve iktidar sahibi olmayanlar yaratır şüphesiz. İktidar sahibi ise, iktidarı hak edecek yüceliğe kendiliğinden sahip biri olarak, tüm bunlardan uzaktır. “O yükseklerde bir adamdı, bu entrikaların pek çoğundan haberi hiç olmazdı.” Ama bir cariyesinin firarından haberi olsa, yine anlamak için kırk takla atarak doğal kabul ettiğimiz bir şekilde, “kendisine ihanet ettiğini düşünüp belki de erkeklik gururunun bütün incinmişliğiyle onu gözden çıkaracak, boynunun vurulmasını isteyecekti.” Alışık olduğumuz bir hassasiyet dengesizliği! Bir erkeğin/güçlünün gururu konusunda altın tartar gibi hassaslaşan terazi, kadının/ezilenin gururu söz konusu olunca odun tartan bir kantara dönüşüyor. Tuhaf bir güçlü olanla, iktidar sahibiyle empati kurma refleksi. Ve hemen biçimi gözden çıkaran, niyete odaklanan bir anlayış: Yaptım, ama hele bi' sor, niye yaptım!

Pala, genç nesle Divan edebiyatını sevdiren yazar olarak da tanınıyor. Divan edebiyatı kadar biçimin önemli olduğu bir alanda Pala'nın bu türü sevdirmek için kullandığı yegane yöntemse lise edebiyat öğretmenlerimizle aynı: Anlayabileceği dile çevir, sevecektir. Sorun yine aynı; sevmiyoruz çünkü anlamamışız. Her bölümün başında birkaç mısra paylaşıp altına da bugünkü Türkçeye çevirmek dışında hiçbir katkıda bulunmadığı açıklamalarını koyuyor. Bu fanatik içerikçiliği romanında da koruyor tabii. Dönüp dönüp aynı konuları işlerken ulaştığı doruk biçimsel yetkinlik olan Divan edebiyatını sevdirmek için romanlar yazıyor ama dönüp dönüp aynı konuları işlemek dışında bir benzerliği yok onunla. Biçimle hiç ilgilenmiyor Pala. Ne dilsel tutarlılık ne ritim. Bir yandan Farsça kelimeler kullanıyor, bir yandan “yeniden formatlamak” gibi hem yanlış, hem yersiz deyişler. Romanın merkezi olan Leyla İle Mecnun eserini, adını yazmaya üşenmiş gibi, L&M diye anıyor. Divan edebiyatını tanıtmak için yazılmış bir romanda insan onun katı biçimsel yetkinliğini arıyor, ama boşuna. Geldiği gibi yazılıvermiş gibi duruyor romanlar.

Tarihi romanların temel işlevi geçmişi anlatmaktan çok bugünü biçimlemektir. Pala'yı yazdıklarının gerçeğe uygun olup olmadığı noktasından eleştirmek anlamsız olacaktır bu bağlamda. Tüm diğer tarihi romanlar gibi onunkiler de bugüne ne yapmak istediğiyle eleştirilebilir ancak. Pala'nın söylemek istediği ise iktidarın kıymetli hassasiyetlerine itaatin ne kutlu bir görev olduğu.

Pala, aşkı ya da Divan edebiyatını değil, efendinin yüceliğini ve köleliğin “mutluluğunu” anlatan yazardır sonuç olarak. Vasat bir yazar olarak içeriğe yüklenir ve popüler bir yazar olarak malumat aktarmaya ve aşkı anlatmaya bayılır. Tehlike şurada ki, postmodernizmin hakikatsizlik evreninden geçmiş çağımız insanları tekrar Hakikat'in imkanına inanmaya başladığında dönüp bu vasat vaazcılara çarpmaktadır.



Edebiyatın İ-Hâli: Asırlık Bir Huzursuzluk Olarak İslamcı Edebiyat (Leyla Burcu DÜNDAR)

20. yüzyılın son çeyreğinden bugüne, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gündeminde en belirgin etmenlerden biri şüphesiz İslamcı harekettir. Bunun kültür alanındaki yansıması esasen memleketin tarihi kadar eski olmakla birlikte, çoğunlukla minör bir başkaldırı olarak algılanmış ve azımsanmıştır. 1970’lere gelindiğindeyse, bu sözü edilen “bastırılmışın geri dönüşü” görünürlük kazanmış ve hatta yazınsal alanda yeni bir türün doğmasına yol açmıştır. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah (1967), Hüseyin Karatay’ın Kıbrıslı (1970) ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı (1970) adlı romanlarının öncülüğünde edebiyatımızda İslamcı bir damar vücuda gelmiştir. Bu isimlerin izinden giden yazarlarca 1980’lerde art arda yayımlanan onlarca yapıt, “hidayet romanları” denen bu alt-türü yaratmıştır. O döneme damgasını vuran ve tabiri caizse yeni bir çığır açan bu romanların ortak noktası, ıslah edilmesi gereken ve ancak müslüman bir karakter sayesinde doğru yolu bulabilecek olan bir anti-kahraman etrafında kurgulanması ile yazınsallığın propagandayla karıştırılması olarak özetlenebilir.

Kültür tarihimizde, edebiyatın araçsallaştırıldığı başka dönemler şüphesiz olmuştur. Örneğin Tanzimat edebiyatı, bütünüyle bir medeniyet çatışması ekseninde örülmüştür. Dolayısıyla, Doğu-Batı, alaturka-alafranga gibi ikili karşıtlıklar üzerine kurulu bu dönem edebiyatının yorumlanmasında, yazınsal zaaflardan çok tarihsel ve toplumsal arka plan üzerinde durulması kaçınılmaz olmuştur. Benzer şekilde, hidayet romanları da imanlı-imansız, müslüman-laik karşıtlığı üzerine kurulmuş ve böylelikle Tanzimat romanlarının dayandığı “yanlış Batılılaşma” meselesini bir asır sonra yeniden üretmiştir. Bu iki dönem arasındaki yegâne benzerlik bu değildir: Klişelerle örülü yapıları, “karakter” yaratmaktaki yetersizlikleri, karikatürleştirilmiş “tip”lerle yetinmeleri ve siyah-beyaz dünya algıları açısından da örtüşme söz konusudur. Dolayısıyla, İmparatorluk yıkılıp yerine Cumhuriyet kurulduğunda, kültürel alanı da kapsayan reformlarla birlikte büyük oranda terk edildiği düşünülen, didaktik olma kaygısından muzdarip edebiyat anlayışı, hidayet romanları furyasıyla yeni bir boyuta taşınmıştır.

1980’lerde stereotiplerle dayalı kurguları öne çıkan hidayet romanları, 1990’lara gelindiğinde siyasal tiratlar açısından bir nebze daha yumuşamış, yazınsal ölçütler açısındansa biraz daha olgunlaşmış görünür. Kenan Çayır, 2008 yılında yayımlanan Türkiye’de İslâmcılık ve İslâmi Edebiyat başlıklı kapsamlı çalışmasında, söz konusu dönüşümün kolektif bir hidayet söyleminden bireysel bir özeleştiriye doğru evrildiğini savlar. Cihan Aktaş ve Halime Toros gibi yazarların öne çıktığı bu dönemde, romanlarda izlenen İslamcı söylem homojenliğini yitirmiş ve çeşitlenmiştir. Karakter ölçeğinde çelişkiler, çatışmalar ve sorgulamalar metinlere sızmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu ikinci dönem hidayet romanlarının, 2000’lerin başında İslamcı hareketin siyasal ve toplumsal alanda yaşayacağı değişme ve bölünmenin habercisi olduğunu söylemek mümkündür.

Hâl böyleyken, geçtiğimiz yıl ana akım televizyon kanallarından birinde, hidayet romanlarının ilk örneklerinden olan Huzur Sokağı’nın dizi olarak uyarlanmasını anlamlandırmak zordur. İşin tuhafı, saldırgan bir ideolojiyi sert bir dille metne dokumuş olan yazarın, yıllar sonra bu romanı “daha ılımlı bir üslup” kullanarak yazmış olmayı dilediği bilinmektedir. Bu durumda, aradan geçen kırk yıl zarfında toplumsal alanda verdiği savaşın çoktan galibi olmuş bir metnin, yazınsal ölçütlerle bakıldığında bariz olan zaaflarıyla izleyiciye sunulması da, bu dizinin izlenme rekorları kırması da düşündürücüdür. Anlaşılan 2000’lerin başında esen özeleştiri ve değişim rüzgarları, 2010’larda yerini yeniden keskin ve ortodoks yaklaşımlara bırakmıştır. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal şartlarının bambaşka olduğu bir dönemde yayımlanmış ve belli bir alt-türün klasiklerinden olan bu romanın, içine doğduğu sürecin radikal tavrıyla bugün yeniden üretilmesi, lanse edilmeye çalışıldığı gibi erişilen bir huzurun değil, aleni bir huzursuzluğun ilanı olarak okunmalıdır.

1970 yılında yayımlanan, “halkımızın büyük ilgi ve teveccühünü kazanmış” bulunduğundan bugün 107. baskıya ulaşan ve televizyon ekranlarında yeniden diriltilmeye çalışılan Huzur Sokağı ütopyası yok hükmündedir. Bunun birkaç nedeni vardır ve öncelikle metnin edebî anlamdaki zayıflığına atıf yapmak gerekir. İkinci olarak, fikrî alanda gözlemlenen sığlığına değinilmelidir. Örneğin, Şenler’in romanının temel ekseni Batı karşıtlığı olarak belirlenmişken, anlatıcının paradoksal biçimde kendini sürekli Batılı referanslarla tanımladığı dikkat çeker. Nitekim günümüz İslamcı yazarlarının türsel tercihleri de bu yönde gelişmektedir. Erken Cumhuriyet döneminde İslamî duyarlılıkları bilinen ve bu yolda rejimle çatışmaktan çekinmeyen Mehmet Âkif ve Necip Fazıl gibi önemli isimler, geleneksel edebiyat formu olarak alımlanagelen şiir türünü tercih etmişlerdir. 1980’lerden günümüze ise İslamcı edebiyat üretiminin, büyük oranda Tanzimat döneminde Batı’dan ithal edildiği vurgulanan roman türüne yöneldiği görülmektedir. Ayrıca 2008 yılından bu yana çıkmakta olan Cafcaf adlı mizah dergisiyle birlikte, yüzyıllardır gelenek ve iktidara karşı takındığı muhalif ve eleştirel tavırla öne çıkan bir sanat biçiminin de İslamcı dünya görüşüyle harmanlanabildiği izlenmektedir. Dolayısıyla, bu türsel saptamadan hareketle, söz konusu ideolojinin yayılması için her türlü aracın kullanılmasının mübah olduğu yönünde bir anlayışın hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Huzur Sokağı’nın ütopya niteliği taşımasının asıl nedeniyse, bugünde bir karşılığının, herhangi bir göndergesinin olmayışıdır. Mahallelerin sitelere, evlerin apartmanlara hızla dönüştürüldüğü bir “toplu konut cumhuriyeti”nde, fakir ama erdemli bir sokak tasavvuru pek gerçekçi durmamaktadır. İslamcı düşüncenin 2000’lerde edindiği tartışılmaz nitelikteki siyasal başarının ardından, kamusal alanda da görünürlüğün sağlandığı bir döneme girilmiştir. Bu süreçte, söz konusu kesimin bir orta-üst sınıfının geliştiği ve yeşil sermayenin de palazlandığı yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla, Huzur Sokağı bugün olsa olsa bir “asr-ı saadet” masalı olarak okunabilir. Kırk yıl sonra raftan indirilmesi ise, son dönemde siyaset arenasında belirginleşen otoriter tutum ve çatışmacı söylemin yarattığı “biz-onlar” ayrımının perçinlenmesine hizmet etmeye elverişliliği ve huzursuzluğu kışkırtan bir metin olmasındandır.

Sanat Muhafazakar Olamaz mı? (Şamil YILMAZ)

Sanat ve muhafazakârlık arasındaki ilişkiyi sorgulayan tartışma, fark etmişsinizdir, neredeyse kurulduğu andan itibaren hükümet politikalarıyla sanatçılar arasındaki gerilimden besleniyor. Hükümetin, malumunuz, bir vakittir kendi dünya tasavvurunun dışında durduğu için aşağılamadığı neredeyse hiçbir disiplin kalmadı. Sanat beyin cerrahisi değil, bu yüzden de hakkında konuşması daha rahat bir alan. Çok sevdiğimiz dayımızın hevesini kırmamak için yaptığı yağlı boya tabloları salonumuzun duvarına asmak, diyelim ki aynı heves ve amatör ruhla giriştiği lobotomi ameliyatı için bıçağın altına yatmakla aynı şey değil sonuçta. Bir alan kendi içinde amatörler üretebiliyorsa, aynı biçimde amatör eleştirmenler de üretebilir. Buradaki tehlike açık: Hükümetten biri “tüm kifayetsizliğine rağmen” eleştirmenliğe soyunup bir kitabı, heykeli, oyunu, şarkıyı ya da resmi lanetlediğinde, söz tekil beğeninin ötesinde bir yerde; yasanın, yasağın ve cezanın mekânında çınlamaya başlar. Tepkiyi ve doğurduğu itirazların niteliğini de buradan okumak gerekiyor. Tartışma sanatın ontolojisiyle ilgili olmaktan çok, iktidarla ve onun sanatı aşan politikalarıyla ilgili. Tartışmayı kendi tarihsel bağlamından çekip sanatın ontolojisine dair bağlamsız bir tefekküre dönüştürmeye çalıştığımızda, yol biraz bulanıklaşıyor galiba.

Şimdi bizler için tuzak olan soru, eleştirel ya da yazınsal enerjileri aslında hiçbir hükmü olmayan ‘retorik’ manevralara bağlayıp “Sanat/sanatçı muhafazakâr olur mu olmaz mı?” diye sormaya devam etmekmiş gibi görünüyor. Mevcudun koşullarını değil mevcudiyetini sorgulayan bu sıkıcı zihin jimnastiği, açıkça yararsız.

Sanat tarihini görmezden gelme cesareti gösterip “Sanat muhafazakâr olamaz.” diyenlere net bir cevap vermek gerekiyor bu yüzden: Sanat muhafazakâr olabilir. Hatta kendi çağının çatışan enerjileriyle kurduğu zorunlu ilişki gereği, çoğu durumda muhafazakârdır ‘da’— meselenin bu kısmı için Süreyya Karacabey ve Beliz Güçbilmez’in yazılarına bakabilirsiniz. Fakat kendi meşruiyetini kendi içinde ürettiği araçların yetkinliğinden, yan yana getirdiği —dil gibi— toplumsal enerjilerin ürettiği güçten ya da çağıyla çarpışmasının ortaya çıkardığı patlamadan değil de iktidarın söylemine ilişmiş parazit bir varoluşun cızırtısından alıyor ve edebi niyeti muktedir erkinin payandası yapıyorsa, o edebiyatın meşruiyetini sorgulamak bizlerin tarihsel zorunluluğudur, yaptıklarının nitelikli edebiyat olup olmadığına tarih zaten karar verir.

İster hükümetin amatör eleştirmenlerince, ister daha ilerici eleştirmenlerce olsun, esere kıymet biçerken alınan ölçü “muhafazakârlık” ise bu ölçünün kaypak olduğunu açıkça söylemeliyim; birinin edebiyatının başarısızlığını muhafazakârlığına bağlayıp kıymeti oradan eksiltmeye ya da artırmaya çalıştığınızda, 20. Yüzyıl’ın en büyük şairlerinden Anglikan Mezhebi üyesi T. S. Eliot’la, ya da bu coğrafyanın şiirine katkısı su götürmez olan Sezai Karakoç’la hesaplaşamazsınız mesela. Oradalar ve ne yaparsak yapalım orada kalacaklar. Diyelim Karakoç’un “İnsan ve Oruç”unu -bir şarta ve kadim bir pratiğe güzelleme olduğu için-, edebi ruhla çatıştığı gerekçesiyle bir biçimde hasıraltı ettik. Peki, “Anne ölünce çocuk / Bahçenin en yalnız köşesinde / Elinde bir siyah çubuk / Ağzında küçük bir leke // Çocuk öldü mü güneş / Simsiyah görünür gözüne / Elinde bir ip nereye / Bilmez bağlayacağını anne” diyen Sezai Karakoç’u edebiyatın dışına sürmeye hangimizin gücü yetecek? Edebiyatın hayata ve ölüme dair tanımlanması neredeyse imkânsız bir âna özel bir dil bahşettiği bu harikulade jesti silemeyiz, o bizden sonra da orada kalacak, bizler gideceğiz. Edebiyatın kökeni adab’tır, haliyle içinde hâd de vardır, dikkatli olmak gerek…

Muhafazakarlık denince akla ilk sağ gelir. Ama bir cephesi daha var bu işin: Sol —yeni kuşak bu isimlere eski kuşak kadar mesafeli değilse de—, diyelim bir Kafka’yla ya da Beckett’le kurmuş olduğu tarihsel mesafeyle yüzleşti mi? Unutmayalım; bir dönem sol, on dokuzuncu yüzyıl gerçekçiliğine ilişkin biçimsel işaretleri ilerici/halkçı edebiyatın bir göstergesi olarak “muhafaza” ediyordu. Daha tekil tasavvurların metin stratejilerini ise gerici üretim kategorisi içinde görmezden geliyor; daha da fenası iktidarını bir imha mekanizması gibi işleterek kan istiyordu. Kara ironinin Kafkaesk bir yeraltına çevirdiği Stalinist Komiserler Cumhuriyeti’nde Kafka’nın —anlaşılır olmadığı gerekçesiyle— okunmuyor olması anlaşılır kuşkusuz. Anlaşılmaz olan, hiç kimsenin şimdilerde de derinlemesine hesaplaşmadan “Hatalar olur, artık öyle değiliz,” diye geçiştirdiği bu tarihsel pürüzün, şimdilerde bir kimlik baygınlığı biçiminde devam ediyor oluşu.

Soru şu: Artık öyle değilsek neyiz?

‘Gerçek’ muhafazakârların ne oldukları belli: Sizin de kulağınıza gelmiştir; Gülen’le kapı kapı dolaşıp mürit motive eden, hatta Türkçe Olimpiyatları’nda görüldüğü iddia edilen Muhammed peygamberden tutun da, mezarda annesinin çürümeyen memesini emerek büyüyen Cemaat’in –ya da Hizmet’in- altın çocuklarına kadar bir dolu deli bozuk sözlü edebiyat incisi, “menkıbe” diyelim, uzun yıllardır dolaşımda.(1)
 Ve insanlar üzerinde matbu her türlü üretimden çok daha etkili. Şimdilerde muhafazakâr edebiyat dedikleri şeyin bendeki ‘asıl’ karşılığı, çoğu çöp sınıfından “hidayet romanları” falan değil, aşağı yukarı böyle bir şey işte: Temiz, net, hedefe odaklanmış ürkütücü bir irade. Ve genelin kabul ettiği biçimiyle edebiyat olmak gibi bir iddiası da yok. Zaten bir boşluğa yerleşip bizim çok da bilmediğimiz evlerde kabul görmüş. Bir şey için savaşmıyor, meşruiyetini onaylatmak için manifestolar yayınlamıyor. Çünkü kendi başına zaten bir gücü var. Asıl tehlike ya da bu durumda muhatap, edepsiz, sakıncalı, uygunsuz, sapkın, Allahsız buldukları edebiyat biçimlerine alternatif olmaya çalışanların yazdığı sıkıcı manifestolar değil hiçbir biçimde. Asıl tehlike yaşayan bu şey. Bizim edebiyat diye savunduğumuz çoğu ölü sözün aksine hareket halinde, canlı, her ağızda biraz daha kıvraklaşıp yayılan bu yaşayan organizma, yaşamın tam içinde büyüyor. Üretimin bu biçimi, ideolojik hava boşluklarını iyi hesaplamış. Arkasında tüm hurafeleri kıymete dönüştüren bir inanç var. Sadece hikâye ihtiyacını doyurmakla da kalmıyor, dil, mantık, düşünce gibi yapıları dönüştürerek varoluşun zeminiyle de oynuyor.

Muhatabı önemsenmek isteyenin lüzumsuz çağrısına riayet ederek seçmeyelim; çok daha büyük bir değişimin bizleri muhatap almayan çağrısı çoktan yaşadığımız dünyayı değiştirmeye başladı. Soru, ister “muhafazâ eden” ister “ilerici” bir refleksle soralım, değişmiyor:

Bizler, hızla değişen bu dünya karşısında şimdi neyiz ve hangi göreve icabet edeceğiz?

1) Meseleyle ilgilenenler, “muhafazakârlar” içinde gerçekten bir şahsiyet ağırlığı taşıyan Atasoy Müftüoğlu’nun konuyla ilgili “youtube” videolarına bakabilir.

"İnsanlık Değeri Yargılanıyor" (İrfan SANCI ile Söyleşi: Utku ÖZMAKAS)

Bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Sel Yayınları’nın sahibi İrfan Sancı ve çevirmen İsmail Yerguz Guillaume Apollinaire’nin “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” kitabını yayımlamak ve çevirmekten ötürü yargılanıyor. Edebiyat yapıtını “müstehcenlik”le yargılamaya kalkan bu zihniyet, Yargıtay kararında “eşcinsel ilişkilerin yanı sıra hayvanlarla cinsel ilişkilerin, cinsel arzuları tahrik ve istismar edecek şekilde anlatıldığı” ve “tiksinti verecek şekilde ifade edilmek suretiyle hiçbir sanatsal ve edebi değer katılmadan kurgulanmıştır” gibi veciz ifadelere de yer vermişti. 12 Eylül’de görülen son dava “hakimin kendi kendine istediği ek süreyle” 7 Kasım’a ertelendi. Biz de bu “trajikomik” durum üzerine Sel Yayınları’nın sahibi İrfan Sancı’yla kısa bir söyleşi yaptık.

Öncelikle size ve çevirmen İsmail Yerguz’a geçmiş olsun diyorum. Sanırım dünyada “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları”nın bir edebiyat yapıtı olduğunu “ispatlamak” zorunda bırakılan ilk yayıncısınız. 

Bir yayıncı için “sayın hakim, Apollinaire Fransızların milli şairidir, şiirlerinin yanı sıra düz yazıları da vardır, size bunu ispatlayacağız” demek zorunda kalmaktan daha incitici bir şey olabilir mi? Aslında daha soruşturma aşamasında biz kendilerine Avrupa Parlamentosu’nun, Apollinaire’in tüm metinlerini “Dünya Kültür Mirası” olarak tescil ettiğini, yani siz burada sadece bir metni değil, insanlığın “korumaya” aldığı bir değeri yargılıyorsunuz, bundan vaz geçin, zira daha evvel Apollinaire’in başka bir kitabını yargılamaya kalktığınız için, AİHM Türkiye’yi mahkûm etmişti. Ama ne gam, devlette devamlılık esas mantığıyla yargılamaya devam...

Benzer bir süreci yeniden yaşıyoruz. Bakalım burada verecekleri bir kararın, sınırlarımız dışında hiçbir geçerliliğinin olmadığını görünce ne yapacaklar.

Davada farklı bilirkişi raporları var. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden gelen ve “Hiçbir estetik değeri olmayan, yalnızca cinsel dürtüleri harekete geçirmek amacıyla yazılmış, bedii duygulardan çok okuyanları hayvani hislere sürükleyen, toplumun ar ve haya duygusunu incitir nitelikte” gibi veciz ifadeler barındıran raporun aksine bir de Galatasaray Üniversitesi’nden Fransız edebiyatı konusunda uzmanlaşmış bilirkişi raporları var. Yayıncıları bu raporlara mecbur bırakan “güvenlik” rejimi edebiyattan niye bu kadar korkuyor sizce? 

Sorununuzun cevabı, taa Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde yatıyor. Toplum mühendisliğine soyunan devlet başından beri hayatın tüm alanlarında olduğu gibi “kültürel faaliyetlerde” de halk adına neyin doğru neyin yanlış olduğunun çabası içinde olmuştur.

Hep söylüyorum, bir kitabın edebi olup olmadığını bilirkişilere sorarak karar vermek, edebiyatın ruhuna aykırı. Bırakın buna biz yayıncı, editör ve okurlar karar verelim.

Daha önce “Yumuşak Makine” nedeniyle benzer bir sürece maruz kaldınız. Bir yayıncı olarak, N.Ç. davası gibi örnekler ortadayken, yayımladığınız yapıtlarla uğraşılması size ne anlatıyor? 

Cinsel şiddet ve ahlaki yozlaşmanın ayyuka çıktığı günümüzde edebi metinlerin dava konusu edilmesi toplumsal ikiyüzlülüğün bir göstergesi aslında.

CinSEL serisi devam edecek sanıyorum. Başka hangi kitaplar var sırada? 

William S. Burroughs, Guillaume Apollinaire gibi dünyanın her yerinde kitapları yayımlanan saygın yazarların kitaplarını yayınladığımız için yargılanmamız doğrusu bizi kaygılandırıyor. Sırada Loius Aragon’un bir metni var ama benzer kaygıdan ötürü “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” davasının sonuçlanmasını bekliyoruz.

Barikatın Kitabı (Pınar CİVAN)

“Günümüzde artık barikat kurmuyoruz, isyan etmek için bir yerlerde kamp kuruyoruz, sistemi bloke ediyoruz” diyor Eric Hazan, Libération gazetesine yeni kitabını tanıtmak için verdiği röportajda.

aziran’dan bu yana herkes Gezi’yi konuşur, birbirine direniş hikayeleri ve barikat hatıraları anlatırken, barikatların doğduğu ülkede Fransa’da “barikatın kitabı” çıktı. Kitabın yazarı Eric Hazan 1936’da Paris’te doğuyor, annesi Osmanlı topraklarıyken Filistin’de doğmuş bir vatansız, babası ise Kahireli bir musevi. Anne ve babasından aldığı dünya görüşü ve kültürel mirasla küçük yaşta politikayla ilgilenmeye başlayan Hazan aslında bir kalp cerrahı ve savaş sırası doktorluğu da yapıyor ama yazarlık, çevirmenlik ve yayıncılık kariyeri daha çok vaktini alıyor.

Paris tarihi üzerine de kitapları olan Hazan işte bu kez şehir devrimlerinin başoyuncusu, 300 yıllık tarihi olan barikatların kitabını yazmış. “Barikatın üstündeyken karşı tarafı ikna etmeye çalışırsınız, etrafında ise müthiş bir dayanışma görülür, üstelik kadınlar ve çocuklar da barikatta yerlerini alır dolayısıyla bir savaş aracı olmanın yanı sıra barikat aynı zamanda bir şehir manzarası, kendine göre kodları olan bir yerdir” diyor Hazan kitabını tanıttığı röportajda. Barikat’ın tarihi üzerinden yazar bize toplumsal başkaldırı, devrimler, politik muhalefet ve şiddet hakkında da bilgi verirken haliyle Paris ve Fransa tarihi ile ilgili de çok şey anlatıyor. Kitap şimdilik sadece Fransızca okurlar için raflarda ama Hazan okumak isteyenler için, yazarın derlemesini yaptığı ve çeşitli yazarların makalelerinden oluşan “Demokrasi Ne Alemde” kitabı Türkçe’ye çevrilmiş.

Ağustos ayında yargıtayın Guillaume Apollinaire’in “Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” kitabını müstehcen bularak, yerel mahkemede beraat eden yayıncı İrfan Sancı ve çevirmen İsmail Yerguz'un 10 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanması kararını sosyal medyada çok konuşmuştuk. Bu hafta Fransa da Apollinaire hakkında konuşuyor ama konuşma “toplumun değer yargıları” etrafında değil. Ünlü yazarın eserleri 29 eylül 2013 tarihi itibarı ile kamu malı sayılmaya başlıyor. Yani yazarın eserlerinden artık isteyen herkes esinlenebilecek ve alıntı yapabilecek. Fransa’da bir yazarın eserlerinin kamu malı statüsüne geçmesi için yazarın ölümünden sonra 70 yıl beklemek gerekiyor. Ancak Apollinaire’in ayrıcalıklı bir durumu vardı, 1.dünya savaşı’nda Fransa adına cephedeyken aldığı yaralar nedeniyle 1918‘de öldüğü için eserlerinin telif hakkı 30 yıl daha uzamıştı. Kararı veren kurul, “kamu malı statüsüne geçmek düşünüldüğü gibi olumsuz bir durum değil aksine eserlerin yeniden gündeme gelebilmesi için avantajlı bir durumdur” diyerek uygulamayı savunuyor. 

Sonbahar Fransa’da ödül mevsimi. Fransız edebiyat dünyasının en prestijli ödülü Goncourt jürisi de 2.tur elemelerini açıkladı. Bu tura kalan 8 romancı arasından yapılacak son elemenin sonuçları 29 Ekim’de ve ödülün sahibi de 4 kasım’da açıklanacak. 8 aday arasında 2 tane de ilk roman mevcut.