İktidarın Tarihsel Sosyolojisi (Güney ÇEĞİN)

Kitabın tanıtımına girişmeden evvel bu kitabı Türkçe’ye kazandıran Phoenix yayınlarına dair iki kelam ederek başlayalım. Zira Charles Tilly, Adam Przeworski ve Robert Dahl gibi kallavi çalışmalarıyla sosyal bilimsel alanda çığır açmış düşünürlerin eserlerini belirli bir program dâhilinde neşreden yayınevinin, Mann’in bu başyapıtını yayınlamasını Türkiye’de sosyal bilimler alanına yapılmış büyük bir armağan olarak görmemiz gerekiyor. Nedenine gelince; Michael Mann’in Toplumsal İktidarın Kaynakları başlıklı yapıtı, yazarın magnum opus’u olduğu kadar, tarihsel sosyoloji sahasının da en devasa girişimlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Devasa diyoruz; çünkü Mann’in ortaya koyduğu çabanın derinliği karşısında entelektüel bir hayranlık duymamak mümkün değil. İnsan topluluklarındaki iktidar ilişkilerinin topyekûn tarihini serimleyip, bunu makro planda kuramlaştırmak, sanırım her teorisyenin harcı olmasa gerek! Bu tarz bir girişime karşı başta kuvvetli kuşkular taşısanız da, sayfalar ilerledikçe kuşku yerini sorular devşirten muazzam bir bilme iştiyakına terk ediyor.

Kitabın ilk bölümleri ekseriyetle iktidarın ön tarihine odaklanıyor. Mann’in buradaki kilit sorusu basitçe şöyle: İstikrarlı toplumsal tabakalaşma biçimlerinde iktidar neden açığa çıkmaz? Bu soru sonradan, Mezopotamya’da medeniyetin ve devletin doğuşuna dair teorik bir tartışma ile dallanıp budaklanıyor. Akabindeyse adeta karşılaştırmalı bir tarihsel anlatı anaforuna kapılıyoruz: Akad fetihlerinden, Asurlular ile Persler’i içeren “tahakküm imparatorlukları”na, Yunan “polis”inden ilk “teritoryal imparatorluk” olan Roma’ya. Bu uzun anlatı, yavaş yavaş kapitalizme geçiş, imparatorlukların çözülüşü ve “organik” ulus devletlerin ortaya çıkışı gibi birbirine eklemlenen fasıllarla devam ediyor. Arada onlarca tarihsel güzergâh ve tartışma eksenleri. Mann aslında tüm bu anlatısının arka planında, bize “toplum” ve onun devleti ve devlet nüfuzunu örgütleme eğilimi arasındaki ilişkiyi açıklamaya yöneldiği “bir medeniyet soyağacı” önermiş oluyor. Dolayısıyla bu çalışmayı, Durkheim, Marx ve Weber’in “makro-tarihsel” sosyolojisi alanına yönelik çoklu ilgileriyle başlayan ve 1966’da B. Moore’un Demokrasinin ve Diktatörlüğün Toplumsal Kökenleri ile yeniden yükselişe geçen bir tartışma dizisinin en sıkı örneklerinden biri olarak görebiliriz.

Peki, bu anlatılar silsilesi içinde iktidar ne türden bir kuramsal kalıba dökülüyor? Mann, iktidarın kaynaklarını ideolojik, ekonomik, askeri ve politik olmak üzere dört açıdan tarif edip, bunları birbirleriyle örtüşen sosyal etkileşim ağları olarak tanımlıyor. Bir söyleşisinde kendi yaklaşımını “organizasyonel materyalizm” olarak da değerlendiren Mann’e göre, bu dört iktidar türü, herhangi bir aktörün güç kapasitesinin niceliksel ölçülerinden ibaret değil ve bu ağlar, bütün bir insan etkileşiminin arenasını oluşturmakta.

Düşünürümüz dörtlü iktidar kavrayışının tepe noktasına toplumsal iktidar kavramını oturtuyor: “Toplumsal kurumlar yaratmaya ve sürdürmeye yönelik örgütlenme kapasitesi”. Zira tüm diğer iktidar türleri, bu kapasitenin dağılımından mürekkep. Mann’in mezkûr kompozisyonunda merkezi siyasal iktidar örgütlenme biçimi olaraksa devlet asal önemde bir yer işgal ediyor. Devletler, diğer herhangi bir asal grubun iktidarından daha az mutlak olmayan sivil toplumdan özerk bir varlığa sahip. Bununla beraber, yayılımlı ve merkezden uzak ekonomik-iktidar gruplaşmaları da söz konusu. Benzer biçimde ideolojik iktidar hareketleri de devlet sınırlarını aşıp bu tarz kırılmaların yapay ve geçici niteliğini vurgulamak suretiyle ara formlar sergiliyorlar. Devletin, kendi egemenlik uzamı içinde uyguladığı örgütlü şiddeti ise askeri iktidar dolayımında açıklayan Mann, ustası Weber’den bir noktada da kendisini tefrik ediyor: Mann’e göre, Weber’in askeri ve siyasal iktidarı “parti”ye indirgeyen görüşü hatalı. Çünkü sınırlı altyapı olanaklarına sahip devletlerin böylesi bir tekele sahip olma iddiasında bulunması pek de mümkün değil; askeri bakımdan örgütlü toplumsal gruplar, çoğunlukla kurumsal anlamda devletten kopukturlar ve ondan bağımsız hareket etmekte de gayet beceriklidirler; uluslararası arenada siyasal nüfuzu, özellikle Almanya ve Japonya örneğinde görüldüğü üzere, askeri iktidar belirlemez. Ezcümle, eğer topluma ilişkin kapsayıcı bir sosyal-bilimsel analize kalkışmak isteyen bir sosyal bilimciysek, “ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik” iktidarları eşzamanlı ve ilişkisel bir düzlemde çözümlemeliyiz.

Mann’in iktidar sosyolojisinde tüm bu iktidar türlerinin bir de “altyapıları”, yani örgütlenme teknikleri var. Bu nokta çoğu Mann eleştirmeni tarafından “özgün” bir hat olarak değerlendiriliyor. Mann bu tekniklere “despotik” iktidar ve “altyapısal” iktidar adını veriyor. Despotik iktidar, sivil toplum gruplarıyla rutin, kurumsallaşmış bir müzakere içinde olmadan, yetkilendirilmiş elitlerin yerine getirdiği eylemler dizisi. Buna karşılık, altyapısal iktidar ise devletin sivil topluma gerçek anlamda nüfuz etme ve yetki alanı içinde siyasi kararları lojistik olarak uygulama yetisi. Mann bu sayede okuyucuya iktidar türlerinin tarihsel imkânlarının ve gerçekliklerinin neler olduğunun ve asırlar içinde ne şekilde dönüştüğünün fotoğrafını çekmek için ciddi bir kavramsal aygıt sunmuş oluyor.

Ne var ki, bu denli kapsamlı bir girişimin eleştiri oklarından kendini sakınması kuşkusuz ki mümkün değil! Literatürde Mann’in bu çabasına dönük eleştiri hatları kabaca şöyle sınıflandırılabilir: (a) Yapıtın mukayese hatlarının kimi noktalarda zayıf kalması ve yeterli kapsamlılığa erişememesi; (b) Makro-analizlerin kuvvetli ampirik desteklerle takviye edilememiş olması; (c) Metodolojik açıdan çizgisel yaklaşımın dışına pek çıkılamaması; (d) Avrupa-merkezcilik ve dolayısıyla, Batı-dışı toplumların karşılaştırmalı tahliline girişilmemesi.

Mann’in bu tür kritiklere verdiği cevaptan [“Mümkün olduğunca fazla devlet üzerinde çalışmış olsam bile, şu an hâlâ böyle bir kitabı yazma aşamasında olurdum!”] hareketle, şunu söyleyebiliriz: Evet, moderniteye giden rotaların ve iktidarın tarihsel sosyolojisini tam tekmil yazmak imkânsız olabilir; ama bu imkânsızlığı doğuran, meselenin cesameti değil, bu konuda yazmanın “bitimsiz bir süreç” olmasındandır. Dolayısıyla, analitik kıymeti açısından bu çalışmanın Max Weber’in meşhur Ekonomi ve Toplum’unun bir adım ötesine geçtiğini, ulusların ve sınıfların bugüne kadarki sosyo-tarihsel serencamını iddialı bir program çerçevesinde ortaya koyma cesaretini gösteren nadir eserlerden biri olduğunu ve bu yüzden de çok büyük bir yapıtın hazırlanmakta olduğunu (zira üçüncü ve dördüncü ciltler yolda) söyleyebiliriz.

İktidarın Tarihi Cilt: 1-2, Michael Mann, Phoenix Yayınevi

(Çevirmenler: 1. Cilt: Esin Saraçoğlu, Soner Torlak, Emre Kolay, Olcay Sevimli 2. Cilt: Ali Rıza Güngen, Gülben Şaş, Elçin Deniz Ela, Hüseyin Ali Sözen, Soner Torlak, Bilgesu Savcı, Mehmet Sait Türk)

Echenoz ve Çek Lokomotifi (Şenay Eroğlu AKSOY)

Mario Vargas Llosa denemelerini topladığı “Genç Bir Romancıya Mektuplar” adlı kitabında “…Temel ve biçim arasındaki ayrım yapaydır, yalnızca betimsel ve analitik sebeplerle kabul edilebilir ve gerçeklerle asla örtüşmez, zira bir romanda anlatılanlar anlatım tarzından bağımsız olarak değerlendirilemez. Tarz öyküyü inanılır veya inanılmaz, hisli veya gülünç, komik veya dramatik kılar” der. Jean Echenoz’un Çek koşucu -dünya tarihindeki adıyla Çek Lokomotifi- Emil Zatopek’in hayatını anlattığı “Koşmak” adlı kitabını okurun zihninde ayrıcalıklı kılan tam da Llosa’nın sözünü ettiği şey; üsluptur. Yayınevinin tür adlandırmasında ”anlatı” olarak sınıflandırılan kitap Echenoz’un kendine has, ironik üslubuyla benzerleri arasında özel bir yere çekiliverir. İyi bir romancı olduğunu bildiğimiz yazar “Koşmak”ı neden kurmaca bir metin olarak kaleme almamıştır? Sanırım onun da üzerinde kafa yorduğu bir sorudur bu. Yine de Zatopek’in hayatını “anlatı” sınırlarından taşırarak, kurduğu üslupla daha da geniş bir alanda var eder Echenoz. Genç bir fabrika işçisinin yeteneğini umulmadık şekilde fark ederek dünya tarihine kazıdığı yaşam öyküsü, elbette benzerleri arasında dikkat çekici görünmektedir. Yoksulluğun kol gezdiği bir hayattan üst üste rekorlar kıran bir dünya şampiyonu çıkarmak kolay iş midir? Ama yaşam imkânsız olanda filizlenip umutları tazelemeyi de beceremiyorsa, tutunacak ne kalır geriye? Şaşıracak, olmaz denileni alaşağı edecek inanç nasıl yeşerir diğerlerinde?

“Meslek okulunda yatılı okuyor ve kauçuk bölümünde, basit bir işte çalışıyor; burası öyle kötü kokuyor ki herkes uzak durmayı tercih ediyor. İlk başta onu yerleştirdikleri atölye, her gün iki bin iki yüz kauçuk tabanlı spor ayakkabısı üretiyor ve Emil’in ilk işi, dişli törpüyle bu tabanları düzeltmekti. Ama iş yükü korkutucu, hava solunamaz, çalışma hızı çok fazlaydı, en küçük hata cezalandırılırdı, küçücük bir gecikme zaten cılız olan maaşından kesilirdi...”

Ayakkabı Fabrikasından Yarışlara

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Alman işgalindeki Çekoslovakya’nın, Echenoz’un ironik üslubuyla parça parça çizildiği resimle açılır kitap. Emil’in çalıştığı ayakkabı firması Bata’nın, reklam amaçlı, her yıl düzenlediği koşu yarışı -o göremese de- hayatının yol ayrımıdır. Etrafındaki insanların çoğu gibi yaşamsal ihtiyaçlarla ilgili görünen bu yoksul genç, sporu sevmemekte, bedensel idmanları vakit kaybı, boş masraf olarak görmektedir. Hatta katılmak zorunda olduğu bu ilk yarışa dâhil olmamak için hasta numarası bile yapar fakat işe yaramaz. İkinci koşu denemesi Almanların düzenlediği bir yarıştır ve sonuçlarıyla tam da yukarıda bahsettiğimiz şeye, umuda işaret etmektedir. Koşucuların çoğunun Alman olduğu bu yarışta Emil’in de aralarında olduğu kadidi çıkmış hırpani bir Çek güruhu yarışmaktadır ve Emil farkında olmadan, arileri kızdırarak yarışta ikinci gelir. Bu yarıştan sonra dikkatleri çeker ve ısrarlara hayır diyemediğinden koşmaya başlar. Tutkulu, hırslı değildir Echenoz’un var ettiği Emil… Zorunlu olarak katıldığı yarışta koşmayı ilgi çekici bulduğunu fark eden, ödülün yağlı ekmek, bir elma olduğu yarışlara katılan, nefesini tutarak ne kadar koşacağını öğrenmek isteyen, ikinci sınıf trenlerde yolculuk ettikten sonra rekor kıran ama bunların hepsini sıradan işlermiş gibi yapan sıska, şaşılası bir adamdır.

Albaylıktan Arşivciliğe

Alman işgalinin sona ermesinin ardından, Çekoslovakya’da rejim değişir, komünizm ilan edilir, Emil orduya alınır. Üst üste kırdığı dünya rekorlarıyla partinin ve ordunun propaganda malzemesi oluverir. Tüm dünyayı, kendinden önceki koşu tekniklerini altüst ederek kazandığı altın madalyalarla şaşırtan Çek Lokomotifi’nin yaşamı, değişen ülke koşullarıyla paralel değişmektedir. Echenoz, Zatopek’in yaşamını aktarırken bir yandan da değişen politik koşulları onun kaderini daha iyi kavramamızı sağlayacak bir renklilikle aktarır.

Dupçek’in özgürlükçü reformlarının ardından Sovyetler Birliği’nin Prag işgaline albay üniformasını giyip tankların önüne dikilerek karşı koyan Zatopek, partinin gözünden düşer. Ordudan atılır, yedi yıl uranyum madenlerinde çalıştırılıp arşivcilik yaptırılır. Yaşadıklarını, İngiliz rakibi Gordon Pirie’ye göre “dünyanın en neşeli ve keyifli insanı” Zatopek şöyle yorumlar:

“Olsun, arşivcilikten ötesine layık değilmişim demek.”

Herkes kollarla koşulduğunu söylerken, kollarını rastgele sallayan; akademik klişelerden ve kazanma kaygısından uzak; omuzlarının arasına gömülüp hep aynı yöne eğilmiş boynu; acı çekiyormuş gibi görünen yüzü ve tüm dünya tarihini altüst eden koşu teknikleriyle Echenoz’un kaleminden Zatopek’le tanışmak yeni iz sürmelere çağrı; bu şaşılası yazar ve koşucuya daha yakından bakma isteğidir. Keyifle.

KOŞMAK, Jean Echenoz, Çev: Mehmet Emin Özcan, Helikopter Yayınları, 2012.

Sorumluluk ve Kargaşa (Tevfik KALKAN)

Barnes, son romanı “Bir Son Duygusu” ile Man Broker ödülünü aldı ve sevenlerini bir kez daha mutlu etti. Çünkü o, okuyucuların duygudaşlık hissettikleri ender yazarlardan.

Barnes, bu son romanında okuyucularını zaman, hafıza, hatırlamak ve bütün bunların yarattığı büyük karmaşa hakkında bir yolculuğa çıkarıyor. Romanın ve yolculuğun asıl kahramanı hayli iddialı bir çıkarımla “Zaman” diyebiliriz. Son günlerin moda yaklaşımı olan, kuantumla ilişkili, eğilip bükülen, paralel evrenlerde farklı varyasyonları olan ve geçmişe ya da geleceğe yolculuk fantezilerinin öznesinden değil içinde yaşadığımız Zaman’dan söz ediyor Barnes. Hepimiz hayata iyimser duygularla başlarız. Bilgilerimizin artacağı, kavrayışımızın derinleşeceği, gizlerin çözüleceği, ufkumuzun genişleyeceği umutlarıyla bakarız hep Zaman’a. Oysa yaşamımızın bir noktasından sonra Zaman’la ilgili bir kırılma yaşarız. Artık gelecekle ilgili hayallerimiz azalmaya ve aynı oranda anılarımız çoğalmaya başlar. Bir Son Duygusu, gelecek hayallerinin tümüyle sona erdiği ve anıların olanca karmaşası ile su yüzüne çıkmasıyla başlayan bir roman. Barnes’ın ustalığı, bu karmaşayı okurda şok etkisi yaratacak bir düzenlemeyle sıraya dizmesi.

Zamanı ve hatıraları anlatısının merkezine yerleştiren Barnes, kahramanları aracılığı ile Tarih’in neliği üzerine de kafa yorar: Tarih, belleğin kusurlarının, belgelemenin yetersizlikleri ile buluştuğu noktada üretilen o kesinliktir. Tarih, zafer kazananların yalanlarıdır. Tarih, yenilenlerin öz aldatmacalarıdır. Tarih, ne zafer kazanmış ne de yenilgiye uğramış olan, hayatta kalanların anılarıdır.

Hayatta ne bir zafer kazanmış ne de hezimete uğramış olan Tony Webster’in anılarını okuyoruz roman boyunca. Çünkü o hayatta kalmıştır. Hem de bir vasat uğruna. Kendini işte, aşkta, dostlukta, sekste ve ahlakta ortasınıf ve vasat olarak tanımlayan Tony, yaşamını şöyle özetler: “Kaybetmiştim: Gençliğin dostlarını, karımın sevgisini, gelecek hırslarımı hepsini kaybetmiştim. Yaşamın bana çok fazla zarar vermemesini istemiş ve başarmıştım. Ve sonra her şey nasıl da tatsız nasıl da acınası olmuştu.”

Hayat, Zaman’ın içinde yaptığımız tek yönlü ve -en azından şimdilik- geri dönüşü olmayan bir yolculukta başımıza gelenlerse eğer… Sorulmaya değer tek bir soru var demektir: “İstemeden çıktığımız bu yolculuğa, kendi isteğimizle bir son verecek miyiz?” Pek çok felsefeciyi ve yazarı da ayartan Camus’nün bu kadim suali romanın da izleklerinden birini oluşturur. Zira Webster’in okul yıllarından yakın arkadaşı olan Adrian Finn, Camus’nün “tek gerçek felsefi sorun” dediği suali olumlayarak yanıtlar ve hayat sahnesinden çekilir. Öğretmenlerinin ve arkadaşlarının hayranlık duyduğu, parlak bir zekaya sahip olan Adrian Finn, intiharı ile travma boyutunda bir boşluk bırakır ardında. Durumu Webster’in annesi şöyle açıklar: “Eğer o kadar akıllı olursan sağduyuyu unutarak kendini herhangi bir şeye inandırabilirsin.”

Bir Son Duygusu travmatolojik bir roman. Eğer bu romanı tek kelime ile özetlemem istenseydi, aklıma ilk gelecek sözcük travma olurdu. Bu anlamda insanı ve insanlığı kucaklayan bir anlatı. Çünkü hepimiz hem bireysel hem de toplumsal olarak travmalar yaşarız. Kim olduğumuzu başımıza gelenler değil bu travmalara karşı gösterdiğimiz tepkiler belirler. Bazıları travmayı kabullenir ve onu hafifletmenin yollarını arar, bazıları empati duygusu geliştirerek travma yaşayan başkalarına yardımcı olur ve böylece kendi yaraları için de en sağaltıcı olan yolu seçer, bazıları ise travmanın kendilerine zarar vermesinden kaçınarak inkar ve bastırma yoluna giderler. İşte bu sonuncu grupta olanlar en tehlikeli insan grubudur. Bunlar acımasızdırlar. Üstelik farkında da değildirler ne kadar acımasız ve tehlikeli olduklarının. Bastırma ve inkar kişiyi önce yaşadığı hayata ve çevresine en nihayet bizzat kendine karşı yabancılaştırır. Bu yabancılaşmayı ve körleşmeyi kırk yıl sonra yüzüne vurur kız arkadaşı Veronica, Tony Webster’ın: “Anlamıyorsun işte. Hiçbir zaman anlamadın ve asla da anlamayacaksın.”

Ne kadar çok yaşarsak o kadar az anlıyoruz diye yazıklanır Webster. Ona göre zeka, doruk noktasına on altı ve yirmi beş yaşlar arasında ulaşır. Bu noktadan sonra gelen bilgelik, pragmatizm, organizasyon becerisi ve taktik akıl zihnimizi bulandırır ve zekamızı köreltir. Burada bir kez daha insanın o ölümcül ikilemi sahne alır: İnsan zihninin kavrayışı derinleştikçe, bu derinlik bizzat kendine karşı savaşan bir özyıkım aracına dönüşür. Yaşam her geçen gün bizi biraz daha güçten düşürerek, uzun sürdüğü oranda yaşamaya değecek bir şey olmadığını kanıtlar adeta. İşte trajedi: Korkakça yaşama tutunma ve gözü pek bir intihar arasına gerilmiş ipin üzerinde yaşarken biriken olaylar var. Bu olayların içinde nesne/özne konumları arasında salınırken başınıza gelenler var. Hayatının getirdiklerinin üzerinde yaptığınız matematiksel dört işlemin ortaya çıkardığı kargaşa var. Kargaşanın sürüklemesiyle kendinizi içinde bulduğunuz ve asla kaçamayacağınız ilişkiler ağı var. Buna ister kelebek ister kasırga etkisi deyin, küçücük bir dokunuşunuzla domino etkisi yaratarak meydana çıkardığınız olaylar var. Yarattığınız olaylar için elbette bir sorumluluğunuz var. Kırk yıl sonra bile olsa gelip yakanıza yapışacak bir sorumluluktur bu.

Barnes, sanatının zirvesinde iken yazdığı bu son romanı ile bir kere daha insanın üzerine doğrultuyor merceğini. Bu kısa ve yoğun roman için asla karamsar bir eser denemez. Zira konu ne kadar iç burkucu olsa da Barnes’ın kıvrak zekası ile ışıldayan ironik anlatımı yine iş başında. Öyleki Camus, intiharın tek gerçek felsefi mesele olduğunu söylediğinde, romanın kahramanlarından Alex sert bir karşılık verir ona: “Etiğin, politikanın, estetiğin, gerçekliğin doğasının ve bütün diğer şeylerin dışında.”

Başlarken, okuyucuları Barnes’ı duygudaşlıkla severler demiştim. Barnes, Bir Son Duygusu’nda bu sevgiyi karşılıksız bırakmıyor. Bir yandan hayatı ve insanı sorgularken bir yandan da vefa, sorumluluk, önyargısız empati gibi kavramları anıştırarak sevginin değerine ve gereklerine işaret ediyor. Çünkü romanın bir yerinde dediği gibi, bu hayatta çok sayıda insanı sevmiyoruz ve bazen bu gerçeği çok geç anlıyoruz.

Bir Son Duygusu, Julian Barnes, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.

Bir Vaka Takdimi: Yüzüm Kitap/Kitap Performans (Süreyya KARACABEY)

İki başlık kitabın iki asal niteliğini daha okumaya başlamadan gösterir nitelikte; ilki kişisel olana ilişkin bir imada, kişisel olanın belki de en ayırıcı yerinden konuşmakta, yüz’den ama Levinas okuyanlar bilir ki “hakiki yüz, yüzün inkarıdır” ve kişiselliğin mührü, benim olandan ve benden kaçandan oluştuğunda, kişisellik sorunlaşır. İkincisi ise kişisel olana karşı bir nesnel-ad koyuş, kitabın ne’liği hakkında ipucu verirken yine benzer bir şey yapmakta, aşikar etme edimiyle edimin kendisini belirsizleştirmekte-ne şimdi performans kitap-; kapalı mı oldu bu girizgah, açalım.

Tanıtım değil, vaka takdimi; tanıtım, önceden tanınmış/tanılanmış olanla ona sonradan katılanın ilişki aralığındaki boşluğa yazılansa eğer, kurmaca türe ait kategorileri yapısızlaştırarak kendi özgün varoluşunu bir “henüz”ün kıyısında kuran Yüzüm Kitap hakkında yapılacak bir konuşma, olsa olsa bir vaka takdimi olur.

Burada da söz konusu olan bir anlatı şüphesiz, içinden insanların, nesnelerin, zamanların, öykülerin, durumların geçtiği bir anlatı; Konuşucu/Yazar, avangardlardan bu yana aşina olduğumuz bir tekniği anlatısının dokusuna dahil ediyor. Bu teknik materyalin materyalliğinin vurgusu denilen bir teknik, bir yapıtı oluşturan unsurların gizlenmeden öne çıkarılması, yapıtın kendini oluşturan araçların ifşası, sonuç olarak değil süreç olarak sanat. Klasik sanatın uzlaşımlarına karşı- bir gösterge olarak sanat – gösterilenlerin özgürleştirildiği bir form bu. Nasıl sanatın bu aşamasında bir resim artık alımlayıcıya bir tefekkür nesnesi sunmayıp, onu oluşturan ahşabın, boyanın hatta fırça darbelerinin niteliğini gösteriyorsa, Yüzüm Kitap da benzer biçimde anlatıyı oluşturan bütün unsurları her düzlemde genişleterek, radikal bir biçimde içine almakta.

Materyalin materyalliğine yapılan vurgunun radikalliği metnin statüsünü tuhaf bir ara yere sabitleyecek ve avangardların niyeti daha da ileri bir noktaya getirilecek. Buna ben aşırı saydamlık diyeceğim ve bu saydamlık radikal bir çizgiye götürüldüğünde vuku bulan başka bir şey ise metnin statüsünün karar verilemezliğini oluşturacak. Bir saydamlığın kendini karar verilemez olanda kurması metnin tuhaf bir özelliği ya da bir doğallığın tuhaflaştırılma hamlesi.

Kitap kendi süreçselliğini konulaştırırken ve bunu nasıl yaptığını da okura gösterirken anlatıdaki iki düzlemi iç içe geçirecek: Kitabı yazmaya çalışanın gündelik ve edebi tarihinin aktarımıyla onun kişiselliğinin süreçselliği, aynı zamanda okura sunulan anlatının tarihinin aktarımıyla kitabın süreçselliği.

Anlatının konuşucusu, ben şunlardan oluşuyorum-anılarım, yazışmalarım, arkadaşlarım, ailem, hayallerim, bir kitap yazmaya soyunmadan önceki yazdıklarım vb.- diyerek, bir yazar olma sürecini aktarırken bize bir başka türün-otobiyografinin- imkanlarını hatırlatacak ve başka edebi biçimlerin imkanlarını da hatırlatarak anlatısını sürdürecek. Anlatı, anlatının çoğul imkanları üzerine kurulu bir başka düzleme, bir kitap nasıl yazılır ya da bir anlatı nedir, türünden teorik bir açılımı da içine alarak genişleyecek. Kendini henüz kapakta “performans” olarak nitelemişti kitap, bununla yetinmeyerek içine anlamını içeren bir manifesto da yerleştirecek. Anlatı bir süreçselliği –her düzlemde- inşa ederken, inşa ettiği şey hakkındaki teorileştirmeyi de buna dahil edecek.

Bütün bunları yaparken, nasıl yaptığını göstererek yaparken- kitap aslında en fazla “teatral” olarak nitelenecek; teatral çünkü anlatılan ne olursa olsun, anlatının zamanı Konuşucu tarafından okurla arasındaki bir şimdide, burada olanda durdurulacak. Geçmişin parçaları hep şimdiden, okura gösterilerek çağrılıp anlatıya konulacak.

“Herşey yüzünden okunuyor diyorlardı bana, o yüzden ben de, her şey belki de yüzümden çok daha iyi okunuyor diye, yazamadım kaldım sana. Şimdi düşünüyorum da, nasıl olacaksa! Çünkü bazı insanlar bazı yerlerde bazı bilinçlerden, bilinçöncelerinden, bilinçdışlarından hatta abartıp bilinçaltlarından dahi bahsediyorlar ve onlara ihtiyacımız var diyorlar anlaşılmak için. Biz bir yüze mahkum mu kalmışız acaba, yüzyıllar boyu bir yüze mi mahkum kalmışız biz?”

Kitabın bize açtığı saydamlığa bakalım ama görünüşe hiç aldanmayalım.

Çiğdem Y Mirol/ Yüzüm Kitap /Kitap Performans, Kanguru Yayınları

Bir Siyasi Düşünce Kanonu (Merve TOKGÖZ)

Jeffrey Abramson’ın 2010’da Harvard Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Minerva’nın Baykuşu kitabı, geçtiğimiz günlerde Dipnot Yayınları’ndan İbrahim Yıldız’ın çevirisiyle Türkiyeli okurlara sunuldu. Abramson, bu kitabı ile bizi 2500 yıllık bir söyleşiye –Batı siyasi düşünce tarihi üzerine bir söyleşiye– davet ediyor.

Abramson, siyaset üzerine yapılan bu söyleşiyi kanona benzeterek işe koyuluyor. Buradaki kanon göndermesi, siyasi düşünce tarihini oluşturan klasik metinlerin birbirinden bağımsız ele alınamayacağı, hatta tam tersine bu metinlerin kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilerin farklı perspektiflerle oluşturulduğunu göstermek için. Kitapta Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesiyle başlayan kanon Platon’a, Aristoteles’e, Augustinus’a, Machiavelliye’e, Hobbes’a, Locke’a, Rousseau’ya, Kant’a, Mill’e, Hegel ve Marx’a oradan da Rawls’a uğrayıp günümüz siyasasına kadar ulaşıyor. Abramson izlediği metot ile ismi geçen düşünürlerin salt kendi kuramlarını analiz etmiyor. Filozofları, kanonu oluşturan o tarihsel süreçten hiç ayırmadan ele alıyor. Kitabı baştan sona okuyup bitirdiğimizde hangi filozofun ne söylediğini, farklı zamanlarda yaşamış olan filozofların hangi noktalarda ortak görüşleri olduğunu, birbirlerinden etkilenip sonrasında nasıl kendi özgünlüklerini yarattıklarını, aralarındaki hesaplaşmaları çok rahat bir şekilde görme imkânına kavuşuyoruz.

Anfide Ders Dinler Gibi

Kendisi akademisyen olan Abramson kitapta da adeta üniversite amfisinde ders veren bir öğretim görevlisi gibi karşımıza çıkıyor. Abramson, derste kimi zamanlar geçmişteki öğrencilerinin kimi zamanlar da kendi üniversite hocalarının deneyimleri ile anlattığı konuya katkı sunuyor. Genç okurları için uygun bir dil kullanmayı başaran Abramson, onları hiç sıkmadan siyaset kuramının içine sokuyor. Evet, dersini anlatırken hiç sıkmıyor Abramson; zira verdiği örneklerle milattan önce cereyan etmiş düşüncelerin hâlâ güncelliğini koruduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu örneklerden bazıları üzerinde biraz durmak istiyorum. Abramson, Platon’un Devlet’inin ortaya çıkışını irdelerken o dönemde yaşayan gençlerin doğruluk hakkında düşünmeye yanaşmadıklarını, çünkü nasılsa ileriki yaşamlarında bu tür konuları dert etmeye ve yanlışlarını düzeltmeye zaman bulacaklarını söyler (s. 26). Akabinde milattan 2000 yıl sonrasına “uzun atlama” yapan Abramson, George W. Bush’un gençliğinde uygunsuz davranışlarda bulunsa da bunların geçmişte kaldığını söyleyerek kendisine başkanlık yarışında avantaj yaratmaya çalıştığını bizlere hatırlatır. Abramson yalnızca milattan öncesi ile değil, masaya yatırdığı bütün düşünürlerin kuramlarıyla ilgili mümkün mertebe güncel örnekler sunmaya çalışıyor bize. Misal kitapta, Rönesans düşünürü Machiavelli’nin ortaya koyduğu “iyi şiddet”in “kötü şiddet” karşısında sağladığı tasarrufun anlatıldığı “Şiddetin Ekonomisi” adlı pasajda yine çağımızdan örnek verilir. Abramson, Irak konusunda ABD askeri politikasını sağ ve sol cenahtan eleştiren kişilerin, Birleşik Devletler’in ya daha fazla asker göndermesi ya da ülkeden bütünüyle çekilmesi gerektiği noktasında nasıl da aynı Makyavelci görüşü paylaştıklarını söyler (s. 192).

Sistematik Bir Eser

Kitabın sistematik bir şekilde ilerlediğini söylemek yanlış olmaz; zira Abramson filozofları bize anlatırken onların artık birer klasik haline gelmiş metinlerinden yola çıkıyor. Öncelikle Platon’un Devlet’i ile okurun zihnine sağlam bir temel atan Abramson, akabinde Aristoteles’ten Augustinus’a, Machiavelli’den Hobbes’a, Rousseau’dan Marx’a pek çok filozofun başyapıt haline gelmiş eserleri ile temel olan Devlet’in üzerine katlar çıkarak, hiç zorlanmadan devasa bir yapıyı zihnimizde inşa ediyor. Abramson’ın zihnimizde inşa ettiği yapının oluşumuna katkı sağlayan başka isimlerle de tanışıyoruz zaman zaman. Örneğin Marx’ın irdelendiği bölümlerde Bakunin ile ya da Augustinus’un ele alındığı pasajlarda Cicero ile kısa süreliğine de olsa tanışma fırsatı buluyoruz. Ancak Abramson, zihnimize inşa ettiği o devasa yapıda ne yazık ki ütopyacı fikirlere –Platon dışında- hiç değinmiyor. Çokça meşhur olan More’un Ütopya’sına ya da Campanella’nın Güneş Ülke’sine kitapta rastlamak mümkün değil. Abramson, siyasi düşünce tarihinin tamamını ele alıp incelemediğini, yaptığı seçimlerin kendine özgü olmaktan çok herkesçe tanınabilir nitelikte olduğunu söylüyor (s. 10). Ütopya’nın ya da Güneş Ülkesi’nin tanınabilirlik açısından tartışılmayacak derecede üne sahip olduğu kanaatindeyim. Abramson’a göre ütopyacı fikirlerin siyasi düşünce tarihi içerisinde hiç mi kıymeti harbiyesi yoktur?

Abramson kitabında siyasete kafa yoran, bu minvalde uğraşan herkesi düşünce çabasına çağırıyor. Siyaset kuramının iç rahatlatıcı ve tatmin edici olmaktan çok tahrip edici olabileceği uyarısında bulunarak bizi bu düşünce çabasına hazırlıyor. Adaletten, eşitlikten ve özgürlükten yana olan pek çok insanın siyasi ideallerinin demokrasi temelli olduğu su götürmez bir gerçektir. “Gelişmiş” ve “gelişmekte” olan ülkelerin liderleri de hep demokrasiden dem vururlar. İlkokul çocukları bile demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğunu söylerler. Kendisinin de demokrasiden yana olduğunu dile getiren Abramson herkesi demokrasinin olabilirliği ile ilgili olarak iç sorgulamaya davet ediyor. Türkiye’de yaşayanlar “ileri” demokrasi deryasında yüzsek dahi Abramson’ın çağrısına kulak vermeliyiz; zira zaman zaman demokrasinin bile olabilirliği üzerine sıkı soruların yöneltildiği kitaptan “ileri” demokrasinin nasıl olup da gerçekleştiğini belki öğrenme fırsatı bulabiliriz. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde dediği ve kitabın da adını o sözden esinlendiği gibi “Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçar”. Hepimiz o baykuşun artık kanatlanıp uçmasını bekliyoruz.

MİNERVA’NIN BAYKUŞU, Jeffrey Abramson, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2013.

Bağımsız Elektronik Kitap Satıcıları Amazon'a Karşı Birleşti (Onur YILDIZ)

Guardian gazetesinin internet sayfasında yer alan bir habere göre, Amerika Birleşik Devletleri merkezli 3 bağımsız kitap satıcısı, aralarında Penguin ve Macmillan gibi tanınmış yayın evlerinin de bulunduğu 6 büyük yayınevi ve Amazon şirketi hakkında, aralarında yaptıkları özel anlaşma neticesinde elektronik kitap piyasasında tekel oluşturmak suçlamasıyla mahkemeye başvuracaklar.

Bağımsız kitap firmaları, Amazon firmasının kullandığı Dijital Haklar Yönetim Teknolojisi sayesinde hem elektronik kitap kopyaları hem de dijital kitap okuyucularının okuyabilecekleri elektronik kitapların çeşitliliği üzerinde haksız bir tekelleşme yarattığını savunuyor. Bu tekelleşmenin fiyatların yükselmesi ve müşteriye sunulan seçeneklerin azalması gibi sonuçları olduğunu iddia eden bağımsız kitap firmaları, yayınevlerinin sadece Amazon ile anlaşma yapıp, kendileri ile görüşmeyerek bu sürece katılmak ile itham ediyor.

Elektronik kitap kopyaları ve elektronik kitap okuyucularını eşleştiren Dijital Haklar Yönetim Teknolojisinin tekelinin kaldırılmasını talep eden bağımsız kitap firmaları, yayınevlerinin bağımsız kitap firmalarının kendi dijital yönetim teknolojilerini kullanmasına izin vermesini istiyor.

Neredesiniz Aslanyürekli Kardeşler? (Funda DEMİR)

Kardeşlik dünyanın en ballı ilişkilerindendir. Kızarsınız, küsersiniz ama bunun ne demek olduğunu biliyorsanız mutlaka affedersiniz. Özlersiniz, çok seversiniz çünkü. Dünyada sizi en iyi anlayan kişidir. Aynı evin salonunda oturmuş, aynı pencerede hayaller kurmuş, aynı annenin azarını işitmişsinizdir onunla. Hangi kavga, hangi kötü söz bunu değiştirebilir ki? Ne kadar büyürseniz büyüyün bir yerlerde beraber yıldız saydığınız bir geceye rastlarsınız mutlaka.

Bu hafta Pippi Uzunçorap adlı kitabıyla dünyanın en ünlü çocuk edebiyatçıları arasına ismini yazdıran İsveçli yazar Astrid Lingren‘in en sevdiğim kitabından, Aslanyürekli Kardeşler‘den bahsetmek istiyorum. Çocukluk yıllarında okunmuş ve çok sevilmiş olan bu kitap, yıllar sonra bir arkadaşımla sohbet ederken aklımıza düşünce yeniden okudum. İyi ki de okumuşum, tıpkı çocukken kaybetiğim bir eşyayı bulmak gibiydi hissettirdikleri.

Gelelim kitabımıza… Elimdeki kopya 2007 yılında İthaki yayınları tarafından yayımlanmış. Ali Arda tarafından çevirisi yapılan eser 7 ve üzeri yaş grubuna hitap ediyor.

Aslanyürekli Kardeşler, insanın göze aldıklarıyla güzelleşmesinin öyküsüdür diyor arka kapakta. İki kardeşin Karl ve Jonathon'ın hikayesi; babalarının onları terk ettği yoksul zamanlarda başlıyor.. Jonathon ne kadar güzel, akıllı ve cesursa Karl tam tersi bir çocuktur. Oldukça hasta olan 10 yaşındaki Çörek'in (pardon Karl'ın) hayatı, birlikte yıldızların ötesindeki Nangijila isimli yerden konuştukları günlerde 13 yaşındaki Jonathon'ın yaptığı bir hamleyle sarsılır... İki ay arayla kendilerini Atlılar Çiftliği, Kiraz Vadisi Nangijila'da bulan kardeşler hasret giderdikten sonra Nangijila'yı keşfetmeye başlarlar. Burada herkesin bir atı vardır... Karl ve Jonathon'ın da... Paranın geçmediği bu yerde ayrıca annelerine kocaman bir oda verebilecekleri büyük bir ev bile vardır. Nangijila'ya Jonathon'dan daha sonra varan Çörek ne olup bittiğini anlamadan vadiyi ele geçirmeye çalışan zalim Tengil'lere karşı yürütülen bir savaşın içinde bulur kendini... Jonathon deseniz zaten Aslanyürekli. Ama Aslanyürekli olmanın hikâyesidir okuyacağınız.. Zorlu ve eski bir mücadeledir yaşamı savunmak. Kolay değildir elbet... Eski zaman canavarları, özgürlük mücadelesi ve dostluk sızar bu hüzünle başlayıp heyecan dolu bir macerayla devam eden öyküye. Sevmek ne denli cesur bir eylemdir bir kez daha sarsıcı bir biçimde hatırlatır bu bir çırpıda okunan kitap... Bir kitaba bu kadar çok dünya sığdırılmaz be Lingren! Bu kadar da güzel yazılmaz! Fantatik çocuk edebiyatının perilerden cadılardan ibaret olmadığı hem de yıllar önce bu kadar güzel anlatılabilirdi sanırım...

“Size ağabeyimi anlatacağım, ağabeyim Jonatan Aslanyürekli’yi. Onun öyküsü bir parça masal ve biraz, birazcık hayalet öyküsüne benzese de gerçek bir Jonatan’ın dışında hiç kimse bu öyküyü bilmiyor. Jonatan’ın soyadı ilk başta tıpkı benim, annemin ve babamın ki gibi yalnızca Aslan’dı. Jonatan Aslan’dı. Ben Karl Aslan, annem Sigrid Aslan ve babam Axel Aslan’dı.

Babam daha ben iki yaşındayken bizi terk etmiş, denizlere açılmıştı. Ondan bir daha haber alamadık. Neyse, şimdi size Jonatan Aslan’ın nasıl Jonatan Aslanyürekli olduğunu ve sonrasında yaşanan bütün o şaşılası olayları anlatacağım. Jonatan benim çok yakında öleceğimi biliyordu. Sanırım bunu, benim dışımda herkes biliyordu. Okuldakiler bile biliyordu. Çünkü ikinci yarıyıl boyunca hiç okula gitmemiş, hep evde kalmıştım. Sürekli hastaydım, öksürüyor ve genellikle yataktan kalkamıyordum. Öleceğimi annemin elbiselerini diktiği bütün o teyzeler de biliyordu. Onlardan biri annemle konuşurken istemeden kulak misafiri olmuştum. Uyuduğumu sanıyorlardı. Ama yalnızca gözlerim kapalıydı. uyuyormuş gibi yaparak dinledim, böylesi korkunç bir şeyi -çok geçmeden öleceğimi- benim duyduğumu bilsinler istemiyordum.

Tabii üzülmüş ve çok korkmuştum. bunu anneme göstermek istemiyordum. Ama Jonatan eve geldiğinde onunla konuştum. “öleceğimi biliyor musun?” dedim ve ağlamaya başladım. Jonatan biraz düşündü. Belki de bu soruya hiç cevap vermek istemiyordu.“evet, biliyorum,” dedi sonunda. O zaman daha çok ağladım.

Spoiler verdiğimi düşünenler yanılıyor, kitabın giriş kısmından bir bölümdü bu paylaştığım… Kardeş olmanın anlamını yitirdiği zamanlarda bu muhteşem duyguyu hatırlatalım istedim. Aynı göğün altında, anadolu derler adına aynı toprağın koynunda büyümüş kim inkâr ediyorsa kardeşlerini dilerim ki Tengil'in Katla'sının gazabına uğrasın!

ASLANYÜREKLİ KARDEŞLER, Astrid Lingren, Çeviri: Ali Arda, Kapak Tasarım: Cemile Öz, İthaki Yayınları, 2007.

Dünyayı Karışlamaya Var Mısınız? (Aydın İLERİ)


Çocukların en yaratıcı yanı hayal kurmada sınır tanımamaları, ta ki bu sürece engel olan büyüklerin onların hayal dünyalarına müdahale edene kadar. Çocuk kitaplarında da çocukların yaratıcı yanlarını pekiştirecek, kışkırtacak nitelikte olsa ne güzel olacak. Didaktik, eğitmeyi amaçlayan metinlerle çocuklara yapılan edebiyat, çocukların keyif alacağı okuma sürecini baltaladığına değinerek yazımıza başlayalım.

Yazar ve çizer mizah ustası Behiç Ak’ın ilk olarak 1997 yılında yayınlanan, “Benim Bir Karışım” isimli kitabın yeni baskısı Günışığı Kitaplığı tarafından okur ile yeninden buluşturdu. İki kitaplık Tombiş Kitaplar serisinin il kitabı olan Benim Bir Karışım, nitelikli edebiyat eserinin zamana nasıl meydan okuduğuna tanıklık ediyor.

Kahramanımız Memo annesiyle lunaparka doğru yolculuk yaptığı sırada mahallenin onarım işlerini yapan Ali Usta ile karşılaşır. Ali Usta, karşısındaki Memo’ya elini uzatır. Memo Ali Usta’nın elini sıkarken aklından ne kadar büyük elleri var ustanın diye düşünür. Ali Usta bu durumu anlar. Ellerinin ne kadar büyük olduğunu bu büyüklüğün nedeninde sürekli inşaatlarda çalışması olduğunu söyler. Eller açılır büyüklükler karşılaştırılır. Memo’nun üç karışı Ali Usta’nın bir karışına eşit gelir. Memo bunu kendine sorun eder. Herkesten saklaması gereken bir sır olduğunu düşünür. Ellerinin hep küçük kalacağından kaygı duyar. Sırrını söyleyebileceği bir kişi vardır. Arkadaşı Zeynep’in kendisini anlayacağını düşünerek piyano başındaki arkadaşına benim karışım çok küçük, senin karışın küçük mü? der. Zeynep bildiği tek şeyin karışının “sekiz nota” olduğunu söyler. Memo karışının küçük olmasını utanılacak bir şey olmadığını düşünür ve merakla, karşılaştığı herkese karışının uzunluğunu sormaya başlar. Abisine, annesine, babasına… karşılaştığı herkese sordu. Birbirinden faklı yanıtlar aldı. Herkes kendi yaratıcılığıyla, ihtiyacına ve mesleğine göre farklı yanıtlar verdi.

Çiçekçi bir karanfilin kokusunun en güzel alınacağı mesafedir dedi. Yaşlı bir amca ağır işiten kulağının konuşulanı en iyi duyacağı mesafedir dedi. Gözleri bozuk olan arkadaşı Ayşe bir kitabı rahat okumak için en iyi mesafe olduğunu söyledi. Soru sorduğu her kişi kendi öznel durumunun gerektirdiği farklılıklardan ve yaratıcılığından yola çıkarak yanıtlar veriyordu. Behiç Ak’ın diğer kitaplarını gibi çocuklara yaşamdaki farklılıkları gösteren, merak etmeye özendiren, çocuğu soru sorma konusunda sınırlandırmayan elden düşürülmeden okunacak çok keyifli bir kitap.

Bu keyifli kitabı okurken vapur yolculuğu yapıyordum aklıma çocukluğumda yaptığım karışlamalar geldi. Çok uzaktaki güneşi, daha yakındaki Galata Kulesini, Kız Kulesini, Topkapı Sarayını, Boğaziçi Köprüsünü, vapuru kovalayan martıları karışladım.

Sahi sizin karışınız ne uzunlukta. Hadi çocukluklarla dünyayı karışlayalım.

Benim Karışım, Yazar ve Resimleyen: Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı, 68 sayfa.

Çağdaş İspanyol Edebiyatının en başarılı yazarlarından: Juan Gómez-Jurado (Nilgün BAYRAKDAR)

Çağdaş İspanyol Edebiyatının en başarılı yazarlarından biri olan Juan Gómez-Jurado 1977 yılında Madrid’te doğdu. San Pablo CEU Üniversite’sinde Bilişim Bilimleri okuyan yazar aynı zamanda gazeteci olarak da tanınıyor. Gazetecilik kariyerinde Canal Plus, Cadena Ser, ABC, TVE ve Le Voz de Galicia’da çalıştı. Yazar hala JotDown dergisinde ve New York Times’ın kitap ekinde köşe yazarlığı yapıyor. İki çocuk sahibi olan gazeteci-yazar tam bir aile babası. Eşinin kanser hastası olduğu teşhis edildikten sonra, yazar kolon kanserine karşı savaşan aktivist oldu.

Yazarın ilk romanı Tanrı Casusu (God’s Spy), Vatikan’daki bir seri katilin hikâyesini anlatıyor. Romanın temel ana fikri ise “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” Roman İspanya’da yayınlandıktan sonra 45 farklı ülkede de yayınlandı. Türkiye’de ise 2009 yılında ilk olarak, ikinci olarak 2011 yılında olmak üzere iki basımla okuyuculara ulaştı. Yazarın ilk romanı tüm dünyada üç milyon sattığı için İspanya’nın gelmiş geçmiş en çok satan romanları arasına girdi. İkinci romanı ise Contracto con Dios (Contract with God) Almanya, İtalya, İngiltere, Hollanda, Finlandiya ve Sırbistan gibi ülkelerde en çok satanlar listesine girdi. Yazarın üçüncü romanı El Emblema del Traidor (360.000 avroluk para ödülü ile) dünyanın en zengin edebiyat ödüllerinden biri olan Torrevieja Şehri Roman Ödülünü ( Premio de Novela Cuidad de Torrevieja) kazandı.

Yazma tarzı enerjik ve sinematografik olarak nitelendirilen Gómez-Jurado ilk romanıyla ilgili bir röportajında; “insanlar genel olarak aptalca davranır, ama kendi Tanrın için öldürmekten daha aptalcası yoktur.” diyor. İkinci romanın kahramanı Andrea Otero ile ilgili olarak, gazetecilik tecrübelerinden yararlanıp yararlanmadığı sorunsuna şöyle cevap veriyor yazar; “ Hatırlarsanız romanın başında Andrea işinden kovulur. Ben de romanı yazmaya başlamadan hemen önce, doğruları söylediğim için işimden kovulmuştum. Bugünlerde böyle olaylar, birçok gazetecinin başına gelebiliyor.”

Gómez-Jurado, Steve Berry, Brad Thor, Douglas Preston, Javier Sierra, Carlos Ruiz-Zafón ve Stephen King gibi yazarların kendisine ilham kaynağı olduğunu belirtiyor.

Yazarın son romanı La Leyenda del Ladrón, 2012’de yayımlandı. İlginç olan ise kitabın ilk iki bölümünü yazarın resmi web sitesinden ücretsiz olarak pdf, e-book ya da mobil formatında indirebiliyorsunuz. Eğer devamını okumak isterseniz yine aynı siteden kitabın tamamını satın alabiliyorsunuz. Belli ki, bu ilk iki bölüm ile okuyucuları kitabı almaya ikna etmek amaçlanmış.

Bitmesin O Zaman (Onur AKYIL)

Bu topraklarda şiirin gelişimi için en çok emek verenlerden biri, kuşku yok ki Veysel Çolak. Düşünen şiirlerden, şiire dair düşüncelere kadar ortaya koyduğu / emek verdiği onca çalışmanın her biri üzerinde farklı okumalar yapılabilecek nitelikte. Böyle bir noktada olmak, bu noktaya varmak kolay değil elbette. Yılların biriktirdiği bilginin de tek başına yeterli olmadığı, bu bilgi birikimini işlemek için başkaca bir çabanın, yoğun bir çalışma sürecinin gerektiği de ortada. Bu açıkçası, şiirin bir hayatı baştan aşağı kurması anlamını taşıyor. Dolayısıyla şirin kurduğu / biçimlediği hayat, hayatı kuran / biçimleyen şiirlere dönüşüyor. ‘O Zaman Bitti’ böyle bir yoğunluğun son ürünü olarak Hayal Yayınları’nın etiketiyle, 2013 Şubat ayında raflardaki yerini aldı.

Bu çalışmanın bize şiir adına söylediği şey, şairlere ait kanıksanmış söyleyiş biçimlerinin olaylar ve durumlar karşısında, yapısal bir değişikliğe uğramadan, anlam alanlarının genişlemesiyle de zenginleşebileceği. Çoğu zaman bu tür bir zenginleşme olumsuz eleştirilerin konusu olarak görülse de, aslında tam tersi bir perspektiften değerlendirmek gerekiyor. Çünkü şair hem kendi özgünlüğünü koruyor, yerini sağlamlaştırıyor; hem de yeni bir kapı aralıyor kendisi ve şiiri için. Ancak bunu yapmak gerçekten zor; daha öncede bazı yazılarda bu durumdan söz etmiştim. Yinelememin nedeni ise şiirimizde giderek böyle bir, ‘oturmuş şiir’ gerçekliğinin ağırlığını ortaya koyması. Sözcüklerin dizilişinde değil, seçilişinde girişilen farklılık arayışı da bu şiir görüntüsünün ana arterlerinden biri. Veysel Çolak şiirinin anlam aralıkları da, ‘O Zaman Bitti’deki şiirlerde böyle okunabilir.

‘Başka Uzak’, ‘İnsana Sorun’, ‘Hayatın Argosu’ isimli bölümlerden oluşan kitabın, insan, insanlar ve dilleri gibi bir anlam bölümlemesini de barındırdığı düşünülebilir. Başkalarını çözmek / anlamak / anlamlandırmak için insanın kendisinden yola çıkması gerektiğini Çolak’ın tüm şiir çalışmalarında görmek olası. Bu kitapta şair, yola çıktığı bu merkezi daha belirgin çizgilerle işlemiş. Kitabın ilk şiiri olan Eskiden Beri, kitaptaki en etkili dizelerden biriyle hem şiiri hem de kitabı açıyor; “Ne bulacağımı bilmeden dağları kazdım”. Bu dize yalnızca içinde bulunduğu şiire ait değil aslında. Çolak bütün şiir aranışının gerek şiirde, gerek şiir üstüne düşündüğü çeşitli ve farklı metinlerde, nasıl bir çabayı gerektirdiğini, bunun nasıl bir sonsuzluk biçimi olduğunu söyleyerek, dizeyi şiirin dışına çıkarıyor. Şiirin dizesini, şiirin dışına çıkararak, onu gövdesinin dışında bir parça olarak kuvvetli kılmak, ustalık denen şeyin şiir açısından nasıl okunması gerektiğini de ispatlıyor. Kitabın ve ilk şiirin böyle kapsayıcı bir dizeyle açılması tesadüf olmasa gerek.

İlk bölümün tüm şiirlerinde insanca isteklerin yoğunluğu da dikkat çekiyor. İnsanın içinden insanın içine yönelen şiirler bunlar; yerleri belli. Öyle ki, bu bölümdeki şiirlerin gizli bir köprü gibi düşünülmesi bile olası iki insan arasında; bir bağ, anlamını herkesle paylaşan ama kendini, bir duyuş olarak yalnızca iki insan arasında kuran bir bağ. Ardı ardına gelen öyle dizeler var ki, şiirler kendilerini şiir kılan değerleri durmadan çoğaltıyorlar. Örneğin, ‘Seninle Yatağım Güneş Dolu’ isimli şiir, bu anlamda ilk bölümün en kuvvetli şiirlerinden biri olarak gösterilebilir: “… / akşam açmayan menekşeydi / sessizlikti, okunmaz bakır yazıydı / belli belirsiz birkaç kişiydi gece.”. “…/ gizlediğin tohumun buluşma zamanı / gövdemi toprağın say / yola çıkart huysuzlana atlarını”. “ Gitmesen, odamızda kuşlar da gecelese.”.

“İnsana Sorun” isimli ikinci bölüme geldiğimizde artık aşkla birlikte başka şeyler de toplumsallaşmaya başlıyor. Örneğin bölümün etkili şiirlerinden “Pıhtı”da, “ Anlat insanlar arasında genişleyen salgını / kentleri, zehirleyen parayı ve tırmanan ölümü / halkına yeni bir hayat sunmayanı / anlat yaşanılanın neden bir ateş olduğunu.” diyor Çolak. Bu şiirin bitiş yargısı da dikkat çekici: “ yol biter, bavul eskir, avuçlarında ateşten bilet / gövdeni kudurtur gecikmek bu yolculukta.”. Yine bölümün etkili şiirlerinden “Yazdın Bana“, içinde yer alan şu dizelerle farklı bir yerde duruyor, diğer şiirler içinde: “Bakıyorsun büyüyen ellerine / arkadaşların için genişliyor omzun / döndün, iyi ki öptün sevgiliyi titreyen dudağından / dünya çürümüş, durağanlık boğucu, tiksinti uzun / kendine yabancı işlek eli her emekçinin / cinayetleri çok, yalanları parlak bir çağdı / sakladık o geçmişi / hiç solmadı kınından damıttığım mürekkep.”. Bu bölümdeki şiirlerin görüldüğü üzere, ilk bölümdeki şiirlere nazaran daha kapsayıcı bir duyarlılık sergilediği, insanla insan arasındaki bağı bu defa başka araçlarla kurduğu okunuyor.

Son bölümde, “Hayatın Argosu”nda, Çolak aslında ilk başta değindiğimiz farklı sözcük seçimiyle kurulan ve yarattığı anlam olanaklarıyla yeni olan şiire daha net bir biçimde değiyor. “Kadın Argosu”, “Erkek Argosu” ve “Kayış Dili” adı verilen şiirler, içerikleriyle düşünüldüğünde ilk bakışta, adlarını yansıtan birer çalışma olarak okunabilir. Ancak, dikkat edildiğinde, Veysel Çolak’ın kitabın sonuna koyduğu bu şiirlerle ve bu şiirlerde kullanılan dille aslında önceki bölümlerde yazdığı insani naifliklerin artık hayat içerisinde görülmesinin giderek zorlaştığında dair bir göndermede de bulunuyor bence. Çünkü insan değiştikçe, daraldıkça, azaldıkça, sıkıştıkça artık eskiden kendini ifade etmek için kullandığı açık ve net sözcüklerin yerine, daralmış, azalmış, sıkışmış bir dil kullanmaya başlıyor. Bu durumu görmek bence son derece önemli. Ama Çolak, işin içine kendi şair duyarlılığını katınca, argo sözcüklerin o kaba yanları, bir şiirin önemli ayrıntıları olarak ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak Veysel Çolak’ın bir şair olarak, ‘şair’liğin yalnızca içini değil, çevresini dahi doldurduğu düşünüldüğünde, kitabın yalnız bunun için bile okunması gerekliliği ortaya çıkıyor. Bunun haricinde giderek yozlaşan bir dünyanın içinde, hala harflere, sözcüklere ve insan dair ‘iyi’ şeyler olduğunu görmek, duyumsamak isteyenler de bu kitabı okumalı. Şiirin gerçekten şairlerce yazılan bir şey olabileceği de, kitabın bize sunduğu asıl mühim ayrıntı.

O ZAMAN BİTTİ, Veysel Çolak, Hayal Yayınları

Düşler ve Kâbuslar (Gülşah ELİKBANK)

Ütopyalar insanlığa sunulmuş bir düş ise, distopyalar birer karabasandır. Belki de insanı harekete geçiren en temel duygulardan biri korku olduğu için, distopyaların etkisi ütopyalardan daha güçlü olmuştur. Bilinmezliğiyle insanı hem büyüleyen, hem de korkutan dünyanın geleceği üzerine en çok yazarlar kafa yormuşlardır belki de. Büyüsü bozulmuş dünya, artık sadece ruhlara değil, zihinlere de dehşet salıyor.

Distopyalar, yayınlandıkları andan itibaren şimşekleri üzerlerine çekmişlerdir. Çoğu, politik eleştirilerin de hedefi olan distopyaların önemli özelliklerinden biri, bana kalırsa, fantastik edebiyatın muhalefet etme yönünü en çarpıcı şekilde göstermesidir. Bu yazıda, ütopyalardan beni en çok etkileyen ikisine değinmek istiyorum yalnızca. İlki, Thomas More’un Ütopya’sı diğeri de Ursula Le Guin’in Mülksüzler’i. Distopyalardan ise adlarını mutlaka anmak gereken, edebiyat çevrelerince “Kara Dörtleme” olarak da anılan; Biz, 1984, Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya, üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Düşler

Thomas More’un 1516 yılında yazdığı “Ütopya”, yok ülke kavramını edebiyata kazandırırken, bize hiç kimsenin özel mülk kavramını bilmediği bir ülke anlatır. Aynı tarzda, kilitsiz evlerden oluşan bu ülkede herkes istediği eve girebilir. Zaten 10 yılda bir evler değiştirilir ki aidiyet duygusu oluşmasın. Evler gibi kıyafetler de benzerdir. İnsanların çalışma süreleri sadece 6 saattir. Hiç kimsenin kendine ait bir şeyi yoktur fakat herkes zengindir bu olmayan ülkede. Ütopya’da havyanları insanlar değil, onların köleleri öldürür. Böylece insanlar bu vahşi eylemden uzak tutulmuş olur! Sadece zorunlu hallerde savaşa girilen bu ülkede, altın ve gümüş savaş günleri için saklanır. Her ne kadar ilk anlatımda tüm bunlar insana cazip gelse de, yine tek tipleşmeden kaçınmak mümkün değildir. Ayrıca eşitlikçi bir anlayış gibi gözüken bu sistem, altını kaldırınca soyluları ve bilgeleri kayırır. Yine de yazıldığı yıl için tam bir başkaldırı olduğu kesin.

Ursula Le Guin, fantastik edebiyat okurlarının daha çok Yerdeniz Büyücüsü ile tanıdığı bir isim belki de, ama onu ülkemize tanıtan ilk kitabı, Mülksüzler’di. “Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” cümlesiyle sizi bir anda tarafsız bir gözle anlatacağı iki ayrı dünyaya davet eden Mülksüzler, yazarın metinle kurduğu mesafeye de iyi bir örnektir aslında. Mülkiyet kavramına, kadın ve erkek açısından da bir tanımlama getiren roman, sizi ideal dünya üzerinde düşünmeye zorlar. Bugünün baskıcı ortamına da bir gönderme yapar Le Guin. Belki de bu, dünyanın her dönem bu baskılarla karşılaşacağının bir habercisidir. “Düşünceler baskı altına alınarak yok edilemez. Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir. Düşünmeyi reddederek, değişmeyi reddederek.”

Kabuslar

Distopyalardan, adını andığım dört romanın ortak bir özelliği de farklı tarihlerde kaleme alınmış olmalarına ve aradan geçen yıllara rağmen, güncelliklerini ve evrenselliklerini korumalarıdır. Her okumada sizi farklı satırları çarpar ama mutlaka çarpar! Siyasal görüşünüz ne olursa olsun, hangi dine inanırsanız inanın, bu dört roman ruhunuzdaki bir gedikten içeri sızmayı başarır ve sizi, romanda tarif edilen acımasız gerçeklikle sarsar, tersyüz eder. Bazı romanlar “cinsiyetsiz” ve “zamansız” dır.

Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in “Biz” romanı, birçok distopyanın esin kaynağıdır aslında. İngilizce olarak, 1924’te yayınlanmıştır. Zamyatin’in, 1988’e kadar hiçbir eseri kendi ülkesinde yayınlanamamıştır. İnsanın birey olmaktan çıkarak, bütünün bir parçası olmasını konu alan Biz romanında yine totaliter bir rejimin yansımaları görülür. İnsanların isimlerle değil, numaralarla adlandırıldığı bu dönemi bize, D-530 anlatır zaten. Mahremiyetin olmadığı, aşırı saydam bir toplum söz konusudur. Bu, hayalgücünün bir hastalık olarak görüldüğü çağın öyküsüdür. Beni bu romanda etkileyen diğer bir yan ise, insana yaklaşımıdır. “İnsan son sayfasına kadar ne olacağı bilinmeyen bir roman gibidir.”, der Zamyatin. Betimlediği çağda, insan yüzleri düşlerin çılgınlığına bulanmamıştır. Tüm iktidarların arzuladığı ideal vatandaş tanımı, bu olsa gerek.

Aldous Huxley’in 1932 yılında yayınlanan, Cesur Yeni Dünya kitabı, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde başlar ve bizi Ford’dan sonraki 632 yıla götürür. Bize yeni dünya devletinin sloganını belirtir. “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar” Toplumsal istikrar için kullanılan yöntem, günümüzde önemi yeni yeni anlaşılan hipnopedya’dır. Bu yöntem sayesinde herkesin mutlu olduğu, çalıştığı, eğlendiği ama kendi kendine üremediği, üretildiği bir dünyadan bahseder bize. Herkes herkes içindir, sloganı ile anne ve babalığı müstehcen kabul eden bir anlayışın hüküm sürdüğü, aşksız bir zaman vaat edilir. Huxley’in 1946 yılında yeni baskı için kaleme aldığı önsözde belirttiği gibi, bu olanları gelecek altı yüzyıl sonrasına atmasına gerek yoktur, bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökecek gibi görünmektedir. Bu sınırları devletçe çizilmiş dünyada, devletin daha mutlu bireyler olsunlar diye, topluma ücretsiz dağıttığı soma’lar, şimdinin bol keseden reçetelenen antidepresan haplarıdır belki de.

George Orwell’in 1948 yılında yazdığı ve 1984 yılını düşlediği ve gelecek için yalnızca bir kâbus gördüğü romanı, Türkiye’de Can Yayınları tarafında zekice bir sunumla ilk kez 1984’te yayınlandı. Düzene, hatta sosyalizme genel bir saldırı olarak görülen kitabın basılması için yazarının epeyce uğraşması ve beklemesi gerekmiştir. Yine günümüzdeki dünyamıza çok yakın betimlemelerle, müthiş bir öngörü sezilmektedir bu romanda. Burada, toplum büyük bir gözaltındadır. İnsanların en insani yönlerini yitirecekleri, ruhlarını kaybedecekleri ama daha kötüsü, bunların farkında olmayacakları bir zamanın geleceğine dair, keskin bir uyarı yapmıştır Orwell. Bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun geleceği olabilir mi? Düşüncesuçu’nun düşünce polisince cezasız bırakılmadığı bir toplum, ne kadar da tanıdık oysa. Büyük Birader’in sürekli sizi izleyen gözleri, Biri Bizi Gözetliyor’un ilk çıkış noktası mıdır yoksa? Bu sistemde evliliğin kabul gören tek biçimi, düzene uygun çocuklar yetiştirmektir. Aşk evliliği, ciddi bir suçtur. Erotizm, daha da fena!

Kitap kâğıdının yakılması için gerekli ısı derecesi olan Fahrenheit 451 ise, Ray Bradbury’nin neredeyse günümüzdeki kitap sansürlerinin geldiği trajikomik hali görerek yazdığını düşündüğüm bir roman. Görevi evlerde bulunan kitapları yakmak olan bir itfaiyecinin, Gay Montag’ın uyanışını konu alan roman, kültür erozyonunun toplumu sürükleyebileceği en çarpıcı noktayı ustalıkla işaret ediyor. Televizyon karşısında tüketilen yaşamlara, en sert eleştirilerden biri. Yine de umutlu bir sona sahip. Bradbury, insanlardan umudunu kesmemişti belli ki. Günümüzdeki durumu görse, herhalde farklı bir son yazmak isterdi.

Kısacası ütopyalar, insanların en masum düşleriyken, distopyalar olası karabasanlardır. Her geçen gün, insanlığın kötülüğün farklı boyutlarını keşfettiği bu yüzyılda, toplumsal bir karabasan yaşamıyor muyuz zaten? Artık distopyaları hayal etmek çok daha kolay, oysa bir ütopyaya can vermek neredeyse imkânsız! Çünkü insanlık düşlerini kâbuslara teslim ediyor; hem de kendi eliyle.

Genç Fantazya Edebiyatının Gelişimi (Yiğit Değer BENGİ)

Türkiye’de fantastik edebiyat oldukça kısa bir süredir var. Gelişiminin daha dün başladığını ve Ömer Türkeş’in dediği gibi, bu türün ilerlemesine çoğunlukla 70’li hatta 80’li yıllarda doğmuş olan genç kuşağın öncülük ettiğini söyleyebiliriz.

Türün Türkiye’de önceki kuşakların ürettiği örnekleri elbette vardı. İyice eskilere gidersek Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Peyami Sefa’nın dahi bazı eserlerinde fantastik öğeler bulabiliriz. Bu yazarlar kurmacanın dünyasının derinlerine girmişlerdi. Ruhgöçüyle çağlar ötesine taşınan ölümsüz aşkları, vampirleri ve yaşayan ölüleri hayal etmişlerdi. Ama bu öğeler hiçbir zaman Türkçe edebiyatta kabul görüp yadırganmayacak kadar yaygın edebi metaforlar durumuna gelemedi.

Hep sözü edilen Kafka’nın Dönüşüm’ü, Borges ve Poe gibi yazarların eserleri (bunların yanında tabii ki bilimkurgu) çevrildikçe anaakım edebiyatın biçeminin tam ortasında, çok yaygın olmamakla birlikte, önce Orhan Duru, sonra Nazlı Eray’ın öncülüğünü yaptığı bir tavır oluştu. Hayalgücüne dayalı, bilimkurgusal elementleri ve büyülü gerçekçilik dilini yadırgamadan kullanan önemli metinler edebiyat tarihimizde yerini almış oldu.

Ama yurtdışında bu türler Kafka’nın, Borges’in fantastik ögeleri kullanışı kadar kısıtlı değildir. Hem Batı hem de Uzak Doğu kendi halk masallarını çoktan modern sanata kazandırmıştı. Resim, heykel, müzik ve tabii ki edebiyat alanlarında modern ya da yeni bir mitoloji oluşmuştu. Avrupalı heykeltıraşların mitoloji konulu eserleri, Ariosto’nun Orlando’su gibi tiyatrodaki etkilerden başlayarak Rönesans’tan, Barok’a ve Gotik edebiyatın yükselişine kadar modern fantazyaya temel olacak birikim ortaya konuyordu. Bu birikim mesela Brüegel eserlerinden, Wagner’in operalarına kadar, Gotik edebiyatın grotesk metaforlarında ve erken fantazyanın metinlerinde yükseliyordu.

İngiltere’de önce R. Haggard, E. R. Eddison, MacDonald, William Morris’le güçlü şekilde başlayan sonra Levis ve Tolkien’le zirveye çıkan, Almanya’da Michael Ende ve Amerika’da tabii ki E. R. Burroughs, H. P. Lovecraft, R. E. Howard ve sonrasında da önce bilimkurgunun sonra da “kılıç ve büyü”nün devleriyle yükselen modern fantazya en güçlü örneklerini hala vermeye devam etmektedir. Klasikleşen ödüller hala faal durumdadır.

Fantastiğin ülkemizde gelişimi, itiraf edilmelidir ki bu dizge Türkçeye çevrilmeye başlandıktan sonra yetişen ve bu çevirileri destekleyen, diğer sanat dallarından da etkilenerek büyüyen kuşağın dıştan gelen güdülenmesiyle başlamıştır. Ama bu etki güçlü bir şekilde bizim kıyılarımıza vurana kadar acaba neden Türkçe edebiyat kendi Fantazya türünü geliştirememiştir sorusu sıklıkla sorulur. Hatta sorunun tam metni şu şekildedir: “Bizim de masallarımız, folklorumuz, destanlarımız, kahramanlarımız çok zengin, neden bizde Fantastik yok?”

Bu soru genç fantazya edebiyatımızın hali hazırda verilmiş eserlerinde de ciddi bir tavır ayrışmasına sebep olan sorudur: “Neden elfler, şövalyeler yerine bizim olan ögeleri kullanmıyoruz?”

Ben bunun çok doğru bir soru olup olmadığından ya da tek sorunun bu olduğundan emin değilim. İşin doğrusu ülkemizde edebiyatın bu sözü edilen dillerdeki kadar gelişmemiş olması, güçlü alt türlerin yeşermesinin önünde ciddi bir engel. Bir diğer engel; ki bu kurmacanın gelişmemesiyle doğrudan bağlantılı olan, kurguyla gerçeğin sınırlarının muğlak olmasıdır. Soyutlamanın, metaforların, simgelerin yeterince iyi anlaşılamaması bu türlerin doğru tanınmasını ciddi anlamda zorlaştıran bir gerçek. Edebiyattan alınan zevki düşüren şey metaforların ve soyutlamaların derinlikleriyle sevilmemesi ve/veya içselleştirilememesidir. Kurmaca, günümüze kadar gelen bir gelenekçilik ve önyargıyla karşılanmakta. Özellikle filmlerin, dizilerin bugün hala kurmacadan zevk almak için izlenmemesi, gerçekliklerinin sorgulanması, gerçeğin ne olduğu üzerine kişisel kanaatlerin, kurgu zevkinin çok önüne geçmesi ciddi bir zorluktur.

Romanın da nispeten benzer önyargılarla karşılandığını görüyoruz. Metin analizlerinin ciddi anlamda gündelik siyasi, gelenekçi, cinsiyetçi ve benzeri kaygıların ötesine çok fazla geçememesi bu sorunu derinleştiren bir olguyken okurun, izleyicinin, yani sanatın hedef kitlesinin de bunlardan muaf olmasını beklemek haksızlıktır. Böyle düşünen üreticinin, sanat anlayışını bu gerçeklere göre örmesi edebiyatın türleşmesinin önünde bir engel. Bu bakış açısıyla yetişen anaakım sanatçılarda özellikle hayalgücüne karşı bir önyargı oluşması ve bunun yerleşip kökleşmesi olağan sayılmalıdır.

Masallar, mitoloji, tarih, kahramanlar ve folklor anlamında zengin olduğu düşünülen ülkemizde aslında “bizim” olanın ne olduğu da biraz muğlaktır. Bu kadar çok kültür kesintisinin yaşandığı bir coğrafyada bu durum, hem bir zenginlik hem de bir dezavantaj gibidir. Sadece kaba örnekler vermek gerekirse; Cevat Şakir’ce bir duruşla bizim olan Anadolu mudur, yoksa kimine göre sadece Osmanlı ve/veya Türk-İslam olanlar mıdır? Oraya bakacaksak kahramanlar padişahlar mıdır, yoksa Köroğlu gibileri mi? İran folklorundan gelen masallar bizim midir? Yoksa bir sanatçı önce kendi şehrinden mi ilham almalıdır? Ya da Mısır’dan Mezoamerika’ya, Bizans’tan Uzak Doğu’ya, İskandinavya’ya kadar insana ait olan her şey “bizim”dir mi demek gerekir?

Modern ve genç fantazyamızda bu soruya her türlü cevap vermiş eserlerin olması aslında mutluluk verici bir gerçek. Şunun da altını çizmek gerekir ki Yüksek Fantazya denilen “Tolkienesk” türlerin en önemli çekiciliği yazarın küçük çapta bir Rönesans yaparak geleneğin, tarihin, inançların içinden bir arkeolog gibi ya da bir mühendis gibi çalışıp küçük parçaları bir araya getirerek bir dünya yaratmasıdır. İşte o dünyayı, dilini, karakterlerini ve imgelerini hatta kendi metaforlarını yaratırken elindeki malzemeyi ölçmesi, tartmasıdır.

Bunu ilk yapan yazarımız Barış Müstecaplıoğlu olarak kabul edilir. Ona da benzeri eleştiriler yapıldı. Ondan hemen önce Sadık Yemni, eserlerinde sıkça daha “yerli” temalara yer veren fantazya örnekleri vererek aslında İhsan Oktay Anar’la birlikte bu genç türün öncülerinden kabul edilebilir.

Sezgin Kaymaz, Altay Öktem, Hakan Bıçakçı, Dost Körpe, Doğu Yücel, Levent Şenyürek’e kadar gelen bu türleşmenin zengin ve bol tartışmalı bir şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Erbuğ Kaya, Gülşah Elikbank, B. Müstecaplıoğlu, Özgür Özol gibi kendi dünyasını yaratan yazarların yanında Onat Bahadır, Murat Başekim gibi korkunun sınırlarında dolaşan örnekleriyle de zengin bir çeşitlilik doğmaktadır.

Dünyada yükselişini hızlandırarak sürdüren bu türler ülkemizde de artık kendine bir yer bulacak gibidir. Ülkemizde ve dünyada yaşanan siyasi değişimlerin, sanatta yansımalarını bulmaması neredeyse imkansız gibidir. Özellikle de hayalgücünün metaforlarının bundan sonra nasıl algılanıp nasıl okumalara maruz kalacağını hep birlikte göreceğiz.


Fantazya Deyip Geçmeyelim (Barış MÜSTECAPLIOĞLU)

Fantastik edebiyat gün geçtikçe daha fazla insan tarafından okunuyor, ülkemizde yazarlar artık küçümsenmekten ya da anlaşılmamaktan korkmadan hayal güçlerini eserlerine özgürce katıyorlar. Yazılan ve çevrilen eser sayısı arttıkça, doğal olarak okurların zihninde ve kitapçı raflarında çeşitli kavram karmaşaları yaşanabiliyor. Bu nedenle fazla geç olmadan bu konuyu biraz irdelemekte fayda görüyorum.

“Fantastik”, sözlük anlamıyla “gerçekte var olmayan, hayal ürünü” demektir, dolayısıyla gerçek dünyada yaşanamayacak olaylar içeren her romanı fantastik edebiyat çerçevesine alabiliriz. Fantazyaya böyle geniş bir pencereden baktığımızda, bu alanda kalem oynatmış yazarlar çok geniş bir yelpazeye yayılır. Jean Paul Sartre, İş İşten Geçti isimli romanında, öldükten sonra ruhlar aleminde tanışan bir çiftin ikinci bir şans için dünyaya gönderilmelerini takip eden olayları öyküler. Kafka, Dönüşüm adlı eserinde, uyandığında kendisini dev bir böcek olarak bulan Gregor Samsa’yla tanıştırır bizleri. Çoğumuzun Şeytan Ayetleri ile tanıdığı Salman Rushdie, ilk büyük başarısını fantastik öğeler içeren bir romanla, Gece Yarısı Çocukları ile kazanmıştır. Goethe, Faust’da, kurnaz şeytanı alıp karakterlerinin arasına katmıştır. Bütün bu yazarlar, eserlerini zenginleştirmek için fantazyanın sağladığı özgürlükleri farklı amaçlarla ve istedikleri şekilde kullanmıştır.

Stephen King, otoyol yapmak uğruna doğanın katledilmesine karşı çıkmak adına, canlanan araçların insanlara saldırmasını anlatır bir öyküsünde. Bu öyküyle, Tolkien’ın yeni bir dünya yarattığı Yüzüklerin Efendisi adlı romanı bir tutulabilir mi? Dante’nin İlahi Komedya’sını sevenin, Le Guin’in Yerdeniz Dörtlemesi’ni de seveceği yüzde yüz bir kesinlikle söylenemez elbette. Bu nedenle içinde fantastik unsurlar olan tüm kitapları aynı kefeye koymak pek mümkün görünmüyor. Zaten niye öyle yapmamız gereksin ki?

Aslında dünya çapında kabul görmüş ve yaygın olarak kullanılan bazı İngilizce alt tür isimleri bulunuyor, ama bunları bire bir Türkçeye çevirdiğimiz zaman anlamlarını yitirmektedirler. Epic Fantasy, High Fantasy, Low Fantasy gibi ifadeleri, sihirli bir dokunuş yapmadan Türkçeye uyarlarsak Epik Fantazi, Yüksek Fantazi, Alçak Fantazi oluyor ki bu şekilde kullanılmalarının fayda getirmeyeceği aşikâr. Bizim kendi dilimize ve anlayışımıza uygun, özgün tür isimlerine ihtiyacımız var. Bu yüzden, ilerleyen satırlarda kendimce bazı sınıflandırmalar yapmaya çalışacağım. Dışarıda kalan kitaplar elbette olacaktır, zaten bu yazı konuya nokta koymayı değil, açık fikirli bir başlangıç yapmayı hedefliyor. Farklı kişilerden gelecek yeni önerilerle, bu konu çoğunluk tarafından kabul görecek olgunluğa ulaşacaktır.

“Şehir Fantazyası” adı altında toplayabileceğimiz eserlerde, olaylar günümüzde ya da en azından bildiğimiz kent hayatına geçildikten sonraki bir dönemde vuku bulur. Neil Gaiman’ın Yok Yer isimli keyifli romanı bu türe güzel bir örnektir. Olayların yaşandığı ortam, hemen her gün gördüğümüz, tanıdığımız bir yerdir, yazar bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız şehir hayatına fantastik bir dokunuşla sürprizlerle dolu bir muğlaklık katar. Son dönemde Alacakaranlık serisi gibi vampirlerin günümüz şehirlerinde yaşadıkları maceralar da bu türün örnekleridir, her gün gittiğimiz okulumuzda ya da marketimizde fantastik bir yaratığın saklanması ihtimali heyecan vericidir. Türk edebiyatından bu türdeki kitaplara Sadık Yemni’nin romanlarını ve Doğu Yücel’in Okul ve Varolmayanlar isimli eserlerini emsal gösterebiliriz.

“Tarihi Fantazya” diyebileceğimiz kitaplar ise, okuru yine gerçek dünyada tutarlar, ama artık bize yabancılık hissettirecek kadar geçmişte kalmış dönemlere götürürler. Bu kitapları okurken sadece fantastik unsurlar değil, o dönemin kendine has yaşam biçimleri de bizi şaşırtma gücüne sahiptir. Batı edebiyatında Kral Arthur ve Büyücü Merlin’in maceralarını anlatan eserler ve benzerleri bu türün örnekleridir. Türkiye’den ise İhsan Oktay Anar’ın Amat ve Puslu Kıtalar Atlası isimli eserlerini anabiliriz, bu kitaplarda yalnızca hayal gücüyle yaratılmış karakterler ve gerçek üstü olaylar değil, Osmanlı’daki yaşam ve o dönemin korsanlarının ilginç hayatları da okurun aldığı keyifte önemli bir rol oynar.

“Metaforik Fantazya” diyebileceğimiz bir başka grup eserde ise, fantazya unsurları öykünün temel değil, sadece zenginleştirici bir unsurudur. Kafka’nın Dönüşüm isimli eserinde, karakterin uyandığında kendisini dev bir böcek olarak bulması elbette fantastik bir olaydır, ama kitabın anlatmak istediği şey ve okurda uyandırmak istediği duygu açısından, bu olayın gerçek dışılığı oldukça geri plandadır. Calvino’nun İkiye Bölünen Vikont ve Varolmayan Şövalye gibi eserlerini de emsal verebiliriz. Bu tür kitaplarda yazar yarattığı fantastik olayı derdini anlatmak için bir metafor olarak kullanmaktadır yalnızca. Burada vurgulanması gereken, aslında tüm fantastik romanlarda çeşitli metaforların yer aldığı, ama bu tür kitaplarda metaforun eserdeki öneminin, içerdiği hayal gücüne nazaran çok daha fazla oluşudur.

Kimliğini 20.yüzyılda bulan “Diyar Fantazyası” ise, fantastik edebiyatın alt türleri içinde hayal gücünün en özgür kullanıldığı türdür. Bu türün ayırt edici özelliği, gerçek dünyaya fantastik öğeler katılması yerine, tamamen hayal gücüne dayanan bir diyar yaratılarak orada geçen öyküler anlatılmasıdır. Mitolojisi, coğrafyası, tarihi, ırklarıyla, “yani her detayıyla” yazara ait bir yerdir burası. Bu kurgulanmış dünyanın en çekici yönü, yaratılan hayali milletler nedeniyle her milletten okura aynı mesafede durabilmeyi sağlamasıdır. Mesela tarihteki belli bir savaşı değil ama savaşın kendisini, insanlar üzerinde yarattığı etkileri işleyebilirsiniz. Teknolojinin yerini büyünün alması, türün diğer belirgin özelliği ve renkli tarafıdır. Bu kitapları okurken, belgesellerde daha önce görmediğiniz, ansiklopedilerde anlatılmayan, yazarın hayalinde kurguladığı yepyeni bir diyarı keşfetme keyfi de yaşarsınız.

Bu yazıda detaylarına girmemekle birlikte, daha detay bir incelemede Köy (ya da Taşra) Fantazyası, Dinsel Fantazya şeklinde bazı farklı gruplandırmalara da ihtiyaç duyabileceğimizi söyleyebiliriz.

Fantastik edebiyat yapıtlarını sınıflandırırken, okurda uyandırmayı amaçladıkları duygu açısından da bir değerlendirme yapmak doğru olacaktır. Diğer edebi türlerde olduğu gibi fantastik romanların da içinde, korku romanları, romantik romanlar, eğlenceli romanlar, macera romanları gibi farklı temalarda eserler bulunur. Diyar Fantazyası için örnek verirsek, Yüzüklerin Efendisi anlattığı öyküde heyecan ve görkemi ön plana çıkarırken, Terry Pratchet’in Disk Dünya’sı, birbirinden komik karakterleri ve olaylarıyla okuru bol bol güldürmeyi hedefler. Ursula K.Le Guin’in Yerdeniz’i ve Murathan Mungan’ın Şairin Romanı, insanın ince duygularına ve düşüncelerine seslenirken, birçok başka diyar fantazyası bunlarla ilgilenmeyip, heyecanlı ve hareketli bir macera yaşatmak amacı taşır. Bu nedenle gruplandırmaları yaparken, kitabın türüyle birlikte temasını da vurgulamak daha anlamlı bir yaklaşım olacaktır. Bu şekilde Dracula ya da Frankenstein’ın günümüzde korku temalı tarihi fantazyalar olduğunu söylerken, Alacakaranlık serisinin romantik bir şehir fantazyası olduğunu söyleyebiliriz.

Tüm bunların ötesinde, bu sınıflandırmaların daha çok eleştirmenler, kitapçılar ve akademisyenler için önemli olduğu, ama yazarlar için pek de anlamlı olmadığını söylemek gerek. Bir kitap yazarken önce türünü belirleyip ona göre kurgu yapmazsınız, içinizden geldiği şekilde yazarsınız ve sonra ortaya çıkan eser başkaları tarafından bir gruba dahil edilir. Bu nedenle birçok kitap, farklı bölümlerinde farklı türlerin özelliklerini gösterebilir, bazı bölümlerinde şehir fantazyasına yaklaşırken ilerleyen bölümlerde diyar fantazyasına dönüşebilir, kimi sayfalarında okuru korkuturken kimi sayfalarında kahkaha attırabilir. Stephen King ve Peter Straub’un birlikte yazdıkları Tılsım buna iyi bir örnektir. Bu nedenle türü hakkında ne söylenirse söylenilsin, iyi yazılmış bir romanın daima okuru için sakladığı sürprizleri olacaktır.

Ejderhaları Yakından Sevmek (Doğuş SARPKAYA)

Edebi türler içerisinde en çok dala ayrılan türdür roman. Ortaya çıktığı dönemden bu yana, melez bir tür olmanın getirdiği bir şey bu. Diğer türlere doğru genişleme eğilimi taşıması, aynı anda şiiri, öyküyü, denemeyi, mektubu, masalı, destanı barındırabilmesi, farklı alttürlerin oluşmasını da olanaklı kılıyor. Ama belirli bir alt türe ait olma durumunun, genellikle edebi değerin azaldığı önyargısını beraberinde getirdiğini söylemek de mümkün. Polisiye, aşk romanı, korku, gerilim ve en sonu fantastik, böyle bir değer düşürücü söylemin etkisi altında kalıyor ne yazık ki. Bu önyargıyı besleyen bir başka sebep ise alttürlerin yazımının çoğu durumda mekanikleşmesidir.

20. yüzyılın ikinci yarısı, fantastiğin kült eserlerine yataklık etmişti. Tolkein’in Yüzüklerin Efendisi serisinin 1960’larda inanılmaz satış rakamları yakalamasıyla birlikte fantastik roman, yayıncıların iştahını kabartan bir alan olmaya başlamıştı. Ardı sıra, özellikle üçleme şeklinde yazılması yayıncılar tarafından desteklenen bir sürü eser ortaya çıktı. Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz serisi gibi uzun satara dönüşen ve “yüksek edebiyat” mertebesine yükselen örneklerin yanında, birbirine benzeyen bir sürü kitabın yayınlanması da kaçınılmazdı. Fantastik edebiyat 20. yüzyılın ikinci yarısında yazarı, editörü ve yayıncısıyla profesyonelleşmiş bir sektör haline dönüşmüştü.

Böyle bir profesyonelleşmenin yarattığı değer düşürücü yargıların, fantastik edebiyata dair nesnel değerlendirmenin önünü tıkamasına izin vermek ise başlı başına sorunlu. Çok satan her kitaba dair oluşan önyargıya karşı Moretti’nin sözlerini hatırlamak anlamlı olabilir: “Kitle edebiyatı, pek çok eleştirmenin –hala- söylediğinin aksine, hepsi birbirine benzeyen ürünlerden oluşan anlamsız bir yığın değildir. Nice sürprizlere gebedir, üstelik sırf kendi içindeki anlamlardan dolayı değil, farklı türden eserler üzerine düşürdüğü ışık sayesinde”. Fantastik edebiyat da kendi mecrası içerisinde akan ve edebiyatın her alanında hayal gücünü harekete geçiren bir alttür olarak varlığını sürdürüyor.

Arafta Kalan Okuyucu

Fantastik edebiyatı bir edebi tür olarak ele alıp, biçimsel bir çerçeve üzerine oturtmaya çalışan ilk ve en önemli eserlerden birisi Tzvetan Todorov’un, Fantastik-Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım kitabıdır. Todorov, ilk olarak, bir eserin fantastik olabilmesi için gerçek ile hayal ürünü arasında bir yerde konuşlanması gerektiğini belirtir. Basılı eserin “örtük okuyucu”su, okuma deneyimi esnasında sürekli arafta kalmalıdır: “Fantastik, bu kararsızlık süresinde yeralır: Yanıtlardan herhangi birisini seçtiğimiz anda fantastikten uzaklaşarak komşu bir alana, ya tekinsiz ya da olağanüstü türlerin alanına girmiş oluruz. Fantastik, kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay karşısında yaşadığı kararsızlıktır”.

Todorov ayrıca fantastiğin tekinsiz ile olağanüstü arasında ince bir çizgide salındığını vurgular. Onun için fantastik yazarının özellikle dikkat etmesi gereken nokta, açıklamaların var olduğunu hissettirirken karanlığı devam ettirip yazdıklarını tekinsize meyletmesini ya da yaşananları doğaüstü güçlere atfedip açıklanamaz olmasını sağlayarak olağanüstüne savrulmasını engellemektir.

Bir diğer önemli nokta ise anlatının şiir ile alegoriye teslim olmaması gerekliliğidir. Fantastik romanların tanıtımları yapılırken sıklıkla kullanılan masalsı ve şiirsel gibi ifadeler aslına bakılırsa metnin gücünü düşüren nitelemeler olarak görülmelidir. “Eğer bir metni okurken her türlü temsili dışlarsak ve her tümceyi kendi başına anlamsal bir bileşim olarak görürsek fantastik ortaya çıkmaz”. Fantastik, alegoriyi de dışlamalıdır. Todorov bu konuda bir not düşme zorunluluğu duyar: Okuyucunun her metni zorunlu olarak alegorik olduğu yolundaki varsayımının önüne geçmek olanaksızdır. Yine de fantastik yazarı bu tarz tartışmaları en aza indirgemelidir. Zaten fantastik yazarlarının çoğu da -iki kurucu usta Tolkein ve Le Guin’de dahil olmak üzere- alegorik metinler yazmadıklarını iddia ederler. Todorov, fantastik edebiyatın biçimsel çerçevesini çizerken, aslında içeriğine dair –her ne kadar biçimin içeriğin belirlenmesinde etkili olduğu iddia edilebilse de- birçok noktada eksik kalır. Edebi türün yapısına böyle bir odaklanma ister istemez o edebi türün toplumsal, kültürel, sınıfsal analizine alan bırakmaz.

Ortaçağ Nostaljisi ve Fantezi

Todorov’un eksik bıraktığı noktada devreye Fredric Jameson girer. Jameson, ütopyacı itkinin temelleri ve olasılıklarını tartıştığı kitabı Ütopya Denen Arzu’da fantastik eserlerin, saf ve geleneksel ortaçağ havasına sahip olmasının, köy nostaljisini hareketlendirdiğini savunur. Bu anlamda fantastik ütopyayı değil muhafazakâr geçmiş özlemini hareketlendirir. Fantezideki iyi-kötü karşıtlığı, insan ilişkileri içindeki kastlaşma eğilimini, büyünün gerici kullanımı da bu muhafazakârlaşmayı destekler. Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter’da karşılaştığımız Hristiyan nostaljisi bu duruma örnek olarak verilebilir.

Jameson fantezideki gerici eğilimin bir kural olduğunu savunmaz. Fantastik edebiyat kimi örnekleriyle “yabancılaşma ve sınıf mücadelesinin, maduniyetin ve ezilmişliğin somut toplumsal dünyasına” da nüfus edebilir. “Fantezinin görünüşte geri dönülemez yükselişinin, bu durumda, ekolojiye ve insan bedenine içkin olasılıkların çok daha kapsamlı araştırılmasına dayalı yeni içeriğinin sağladığı edebi üstünlüklerle ilişkisi yabana atılamaz”. Bu şekilde ele alındığında fantastik edebiyat eleştirel bir duruşu olanaklı kılarak, içinde barındırdığı mistikleştirme ve gerçeklikten kaçış eğilimlerini aşabilir. Ursula K. Le Guin’in Hep Yuvaya Dönmek ve Yerdeniz serisi bu anlamıyla yeniden okunabilir.

Edebi türlerin kendi içinde sınıflandırılmasının ciddi sorunlara yol açtığını söyleyebiliriz. “Yüksek edebiyat”, alttürleri dışlama ya da görmezden gelme konusunda ısrarcı olsa da, alttürlerin saçağında iyi edebiyatın yapılabileceği birçok örnekle kanıtlanmıştır. Eleştirinin görevi, edebi eserin içinde barındırdığı potansiyelleri ve olanakları önyargısız bir şekilde ele alıp yeniden değerlendirmektir. Ursula K. Le Guin, yetişkinlerin kabullendikleri hayatın sahteliğine bir cevap verdiği için fantastik edebiyattan uzak durduklarını söyler bir yazısında: “Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar”. Todorov ve Jameson’a ejderhalardan korkmadıkları, fantastiğin ütopik ve geleneksel sınırlarını sorgulattıkları için teşekkür etmemiz ve “ejderhaları uzaktan sev” diyen aile büyüklerimize kulaklarımızı tıkamamız gerekiyor sanırım.

FANTASTİK, Tzvetan Todorov, Çev. Nedret Öztokat, Metis Yayınları, 2004.
ÜTOPYA DENEN ARZU, Fredric Jameson, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 2009.


Fantazyalar Politiktir (A. Ömer TÜRKEŞ)

Fantastik edebiyat çok uzun yıllar boyunca Türkiyeli yazar ve okuyucular için çekici olmadı. Sadece fantastik anlatıların değil korku, bilim-kurgu edebiyatının, ütopya ve kara ütopyaların, yani insanın hayal gücünü özgürleştirecek anlatıların zayıflığından söz etmek gerekir.

Türün ustalarından Ursula K. L. Guin'in ifadesiyle “hayal gücünü özgürleştirecek anlatılar”ın, özellikle de masallardan, efsanelerden, hurafelerden çıkıp gelmiş cin, melek, şeytan, peri, ejderha gibi olağanüstü varlıkların Türk romanında neden işlenmediği sorusunu yanıtlamak başlı başına bir yazı konusu. Özetle söyleyelim; bunun nedeni romana yüklenen rol ya da biçilen değerle ilgili. Biraz daha açalım; Osmanlıya “Osmanlı nasıl kurtulur?” meselesinin bir parçası olarak ithal edilen roman sanatına toplumu eğitici/öğretici bir rol yüklenmişti. İlk romanların yazarları, roman ile ilgili yazılarında Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatlarını ve özellikle -Leyla ile Mecnun gibi- folklorik anlatıları geriliğin bir işareti saydılar; Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi yazarlara göre eski hikâye türünden romana geçiş, hayalcilikten akılcılığa, çocukluktan olgunluğa, kısacası ilkellikten uygarlığa geçiş manasını taşımıştır. Batı'dan uygar bir edebi form olarak ithal edilen roman türü, aynı zamanda Osmanlıyı uygarlığa götürecek eğitici, ilerletici bir araç olarak kullanılacaktır.

Hayal ve hakikat

Cumhuriyet döneminde bu rol daha abartılır. Cumhuriyet’in ilanından sonra, edebiyatı da kapsayacak biçimde, her alanda yürütülen yeniden inşa seferberliği, belki de aydınlanmaya yapılan şiddetli vurgu, en çok mistik, folklorik, kısacası irrasyonel kaynaklardan beslenen fantastik anlatıları iyice cılızlaştırdı. Roman sanatının edebiyat dışı görevlerle donatılması sonraki dönemlerde de sürmüş, uzun yıllar romanlar siyasi düşüncelerin ve sosyal teorinin taşıyıcısı olmuştur. İşte böyle bir konjonktür içinde, romanı büyük meselelere açılan bir kapı olarak gören Türkiyeli yazar ve okuyucular için fantastik hikayeler elbette çekici olmayacaktır.

Oysa geçtiğimiz haftalarda yine bu dergi sayfalarında üzerinde durduğum gibi, Türk romanı gerçeklikle yüzleşmek bahsinde hiç de başarılı olmamış, gerçek gibi görünen ama aslında gerçeklikten kaçan, fantastik denebilecek kadar hayali bir kurmaca evren yaratmıştı.

Gerçeklikle gerçeklikten kaçış arasındaki diyalektik ilişki, fantastik edebiyata adım atmak açısından iyi bir açılım noktası. Çünkü insan türü resim ve yazıyla ilk tanışıklık anlarında başlamışlardı dünyayı fantastik biçimde yorumlamaya. Aslında buradaki fantastik ögeler o zamanın insanı için bir gerçeklik algısıydı. İnsanoğlunun kolektif ve somut çaresizlikleri, korku ve endişeleriydi önce söze, ardından duvar resimlerine ve yazıya dökülenler. En büyük korku nedeni ise hiç kuşkusuz “ölüm”dü...

Fantastik anlatıların başlangıçta iki yüzü vardı; hem en ürkütücü nesne, olay ve düşüncelerin açığa çıkmasını sağlıyor, hem de hikâye boyunca bu karanlık dünya ile savaşan kahramanı aracılığı ile dinleyiciye/okuyucuya bu korkularla yüzleşme ve böylelikle bir arınma fırsatı veriyordu.

Sonrasında efsane, mitoloji ve masallar, hatta kutsal kitaplar yüzlerce yıldır bir kültürden ötekine, bir coğrafyadan diğerine taşınırken, evrensel diyebileceğimiz bir genişlikte ortak bir bellek yarattı. Dünyanın hemen her köşesinden fışkırdığına göre insanoğlunun zihniyet dünyasının o karmaşık yapısının sırlarını çözmemiz için sağlam ipuçları barındıran bu fantastik anlatılar modern romanlar için de ilham vericiydi. Nitekim dünya edebiyatının pek çok büyük yazarı bu ilhamla yazdılar romanlarını; Swift’in “Gulliver”i, Mary Shelley’in “Frenkeinstein”ı, E.A.Poe'nun hikâyeleri sonraki kuşaklar için çığır açıcıydı.

Türün büyük ustası; Ursula K. L. Guin

Fantastik edebiyat genel başlığı altında sıralayabileceğimiz pek çok alt tür bulunuyor. Fantastik kurgu da bunlardan biri ve belki de en yenisi. Sinema, roman, çizgi kitap ve bilgisayar oyunlarıyla 20.yüzyılın sonlarında yükselişe geçen fantastik kurguların ilk ayırt edici özelliği zaman ve mekândan kopuştur. Bambaşka bir evrenin başlangıç koordinatları bilinmeyen bir zamanına gönderilir okuyucu. Yazar verili dünyadan olabildiğince uzaklaşır; gerçek dünyaya fantastik öğeler katmak yerine, tamamen hayal gücüne dayanan bir dünyaya göç eder. Aklınıza gelebilecek her şeyiyle; mitolojisi, coğrafyası, tarihi, ırkları ile her detayıyla yazara ait yeni bir dünyadır bu. İçinde yaşadığımız gerçeklikle kurulan yegâne bağ dil aracılığıyladır. Ancak türün ustaları burada bile kendi terminolojilerini, kendi kelimelerini, dillerini kurmaya, dilin taşıdığı önsel anlamlardan, hatıralardan, ideolojik yüklemelerden olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Yeni bir dünya tasarlarken içinde yaşadığımız dünyadan büsbütün kopmak elbette mümkün olmaz. Bu dünyanın değerleri başka dünyalarda yeniden tesis edilirken murad edilen insanlık adına genel doğruları bulup çıkartmaktır. Mesela türün nerdeyse “gerek ve yeter şartı” kabul edilen özelliklerinden kahramanlık, dostluk, fedakârlık, iyi-kötü çatışması gibi temalar, duygu ve düşünce sahibi evrensel bir canlı tasarımının yansıması olarak düşünülmeli.

Türün kaliteli örneklerine bakarak yaptığımız bu değerlendirme fantastik kurgu içinde mütalaa edilebilecek bütün romanları kapsamıyor. Çok renkli kapaklarında ellerinde kılıç, kalkan ve mızraklarıyla şövalyeler, tanımlanması güç yaratıklar, devler, cüceler, kaleler, savaş tasvirleri çizilmiş, birbirinden ayırt edilemeyen pek çok fantastik kurgu edebiyatı ürünü satılıyor kitapçılarda. Ama fantastik öğeler barındıran her roman fantastik kurgu sayılamayacağı gibi, fantastik kurgu türündeki her romanda aynı tadı ve derinliği vermez. Derinliğin çıtasını çeken yazarsa hiç kuşkusuz Ursula K. L. Guin’dir.

Guin gibi yazarları türlerle, kategorilerle değerlendirmek doğru olmaz. İyi yazar kendi türünü, kendi kurmaca dünyasıyla birlikte yaratandır. Tür dediğimiz o yazarın kalıpları taklit edildikçe son halini alır. Guin’se fantastik türe bağlanmışlıkla yazmıyor. Başka dünyalara, başka varlıklara, başka yaşam formlarına dair hikâyeler üretiyorsa eğer, bu başka bir dünyanın mümkün olabileceği inancından. İster karanlık olsun tasarımları (distopyalar), ister iyimser (ütopyalar), Ursula K. L. Guin'in derdi şimdiki zamanla, verili olan dünyayla, bu dünyanın gidişatıyla. Yarattığı yepyeni dünyalarla yaş, cinsiyet, dil, din, ırk engellerini kolaylıkla aşmakla kalmıyor romanlarında, ortaya koyduğu anarşist ütopyalar aracılığıyla kapitalizmin cehennem çevirdiği bu dünyanın saçmalığını da koyuyor ortaya.

Son olarak bu türün Türkçe edebiyata yansımasına değinmek istiyorum. Türkiye’deki tanınırlığına biraz da “Yüzüklerin Efendisi” sayesinde kavuşan, belli bir kuşağın roman kültürüne neredeyse hiç sızmamış fantastik edebiyat örnekleri yakın zamana kadar yalnızca çeviri ürünlerle katılmışlardı zihin dünyamıza. Son birkaç yıldır bu akımdan etkilenen, belki de çocukluğunu Conan dergileri ile geçirmiş genç bir kuşağın gelişimini izliyoruz. Ve son yıllarda Türkçe yazılan roman sayısındaki artış ve roman türlerindeki çeşitlenme, özellikle de romanımızda çok az rastlanılan korku, bilim kurgu ve fantastik türlere de yansıyor. Ancak -yazar, yayımcı ve çevirmenleriyle- gençlerin hayat verdikleri bu türlerde bir gelişme kaydedilmişse bile Murathan Mungan’ın "Şairin Romanı" dışında ses getiren bir roman örneği sayamıyoruz. Fantastik ya da gerçekçi, Türkçe edebiyatın hakikatle bağı bir türlü kurulamıyor.


MESELE Dergisi 74. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Kitap Dergisi Mesele 74. Sayısında, Yunus Öztürk’ün Zafer Aydın ile yaptığı “Şişecam işçisi, fiili ve meşru mücadeleyi hatırlattı!” söyleşisini manşeti olarak belirliliyor. Konuya dair diğer söyleşiler ise Şişecam İşçileri Mustafa Yüksel ve Barış Kılıç ile gerçekleştirilmiş.

Derginin bu sayısında yer alan en en çarpıcı yazı ise Şöhret Baltaş’a ait. Baltaş’ın “Üç Kadın ve Manik Toplum” yazsında, yazının konuklarından da biri olan Sylvia Plath’in Üç Kadın adlı oynundan da alıntıladığı gibi biri iki çocuk sahibi, biri hiç doğurmamış, biriyse doğurduğu evladından mahrum bırakılmış üç kadını, erkek dünyasında ki kapatıldıkları hastaneden dışarı çıkartıyor. Sylvia Plath, Nilgün Marmara ve Furuğ Ferruhzad…

DÜNYANIN ÖYKÜSÜ Dergisi 7. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Dünyanın Öyküsü bu sayısında 15 yeni Türkçe öyküye ver veriyor. Ayşe Sarısayın, Cafer Hergünsel, Raşel Rakella Asal, Onur Caymaz, Ahmet Büke, Janset Karavin, Ayşe Akaltun, Figen Öcal, Ferat Emen, Sultan Komut, Hakkı İnanç, Yusuf Çalık, Ersin Karahaliloğlu, Fatma Akkubak ve Ali Fuat Karaöz’den 15 yeni öykünün yanı sıra 5 de çeviri öykü var. Cortázar’ın ünlü öyküsü “Axolotl” bu kez Hasine Şen’in çevirisi ve çözümlemesiyle okurla buluşurken, bu sayının sürprizi MÖ 14. yüzyıldan gelen Sümerce bir aşk öyküsü. Diğer çeviri öyküler ise Suriyeli yazar Ülfet İdlebi, İtalyan yazar Deborah d’Agostino ve Kürt yazar Rezoyê Osê’den.

2005’te UNESCO’nun Kültür Takvimi’ne girerek uluslararası bir nitelik kazanan 14 Şubat Dünya Öykü Günü bu yıl da Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Dünya Öykü Günü’nün bu yılki bildirisi usta yazar Mustafa Balel’in kaleminden çıktı:“Öykü Yaşamın Sesidir”

Geçen sayıda ilk bölümü yayımlanan “Aşk ve Beden” soruşturmasının 2. ve son bölümünde Asuman Susam, İlhan Doğruyol, Onur Caymaz, Mehmet Batur, Gaye Boralıoğlu, Doğukan İşler, Ayşe Kilimci, Murat Çelik, Murat Tuncel, Ercan Y. Yılmaz ve Berşân M. Durmuş’un yanıtlarıyla birlikte Mehmet Akif Ertaş, Ersun Çıplak ve Mustafa Orman’ın yazıları yer alıyor.

60 yılı aşan edebiyat yaşamında şiirden öyküye, senaryodan romana, denemeden çeviriye pek çok türde eserler veren Tarık Dursun K. Dünyanın Öyküsü dergisi için hem Halil Genç’in sorularını yanıtladı hem de pek çoğu dostu olan edebiyatımızın usta isimlerinin tek cümlelik portrelerini çizdi. Veysel Çolak da usta yazara bir mektup yazdı: “Pulu İnsan”.