Şanslı Karşılaşmalar (Nilgün Toker'le Röportaj: Tuğçe YILMAZ)

Çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarınızı derlediğiniz Politika ve Sorumluluk’a yazdığınız önsözde "her bireyin yaşamı aslında şanslı karşılaşmaların tarihidir" diyorsunuz. Sizin şanslı karşılaşmanız, yani Hannah Arendt'le karşılaşmanız nasıl oldu? 

Birçok şanslı karşılaşmanın yanı sıra Hannah Arendt'le karşılaşmam da şanslı bir karşılaşma gerçekten. Lisans öğrencisiyken bir derleme-çeviride Arendt üzerine bir yazı okudum ve ulaşabileceğim tüm memleket kütüphanelerinde Arendt aramaya başladım, Şiddet Üzerine’nin İngilizcesini buldum ve doğru anlamak için satır satır çevirerek okuduğumu hatırlıyorum. Bu karşılaşmanın anlamı galiba şurada yatıyor: Türkiye'nin sol geleneğinden gelen biriyim ve bizim sosyalist fikrimiz içerisinde şiddet, politika içerisinde önemli bir yer tutar. Arendt’den, politik şiddetin esas olarak ortadan kaldırdığı şeyin bizzat politika olduğunu okumanın yaratacağı sorgulamayı tahmin edersiniz. Bir sosyalist ülküyle örgütlenmiş militarist bir yapının açmazlarını sonradan fark ediyorsunuz. Daha önce Marcuse beni etkilemişti. Marcuse'nin, militarist ve bürokratik yapıların, aslında sosyalizmle kapitalizmi nasıl ortaklaştırdığına ilişkin tezlerinden etkilenmiştim. Arendt’in eleştirisi ise sadece Marksizme değil neredeyse tüm “geleneksel” politika tasavvurlarına karşıydı. Sanırım bu radikallikten etkilenmeyle başlayan bir şey Arendt’in düşünmemin önemli kılavuzlarından birisi olması.

İçerisinde yayınlanma zamanının üzerinden epey vakit geçmiş yazılarınız da var ama bakıyoruz ki bu yazılar hala geçerliliğini koruyor. Türkiye'de değişmeyip, olduğu gibi kalan ne sizce?

Aynı tezlerin geçerliliğini koruyor olması hazin aslında, o zaman yazılmış şeylerin geçerliliğini kaybetmiş olmasını ve bu türden yazıları bu kitaba alamamış olmayı isterdim ama aslında Türkiye gibi ülkelerde değişmeyeceğini biliyorsun yazarken. Çünkü Türkiye tarihte değil, bir döngüsel zaman içinde. Tarihin dışındaysanız, değişmenin de dışındasınızdır. Türkiye'de değişme diye algılanan şey modernitenin başında da olduğu gibi sadece niceliksel bir değişme, niteliksel bir değişme yok. O yüzden ne hazindir ki niteliğe dair söylediğiniz her şey, bundan 30 yıl önce de söyleseniz aynı kalabiliyor. Örneğin kitap çıkmadan bir kaç ay önce iktidar Öcalan’ı "asma” kelimeleriyle dolaşmaya başlamıştı. Yaklaşık 5 yıl önce AKP yazısını kaleme aldığım süreçte de siyaset arenasına yine aynı sohbet hâkimdi. Dehşetle fark ettim bunu. Bu nasıl bir döngüde olduğumuzu gösteriyor. Kavramlarımız değişmiyor. Çünkü bu toplumda siyasetin referansı gelecek değil, geçmiş ve bu geçmiş de "şimdi"nin kontrol altına alınması, şimdinin ele geçirilmesi için araçsallaştırılan bir geçmiş. Türkiye'nin siyasal yapısı bu, ilkelerini geçmişten alan bir siyaset tarzı. Oysa gerçekten dönüştürücü olacak olan siyaset, ilkelerini geleceğe yönelik tasarlayan bir siyasettir. 6 ay evvel "Abdullah Öcalan'ı asalım mı?" diyen bir partinin bugün barışa irade koyması niteliksel bir değişme olarak gözükebiliyor ama bunun niteliksel bir değişme ile, bir zihniyet değişimi ile yapılmadığını biliyoruz. Bu taktiksel, politikanın kötü anlamında "politik", “günü” idare etmeye yönelik bir eylem. Bu durum her türlü siyaset yapma tarzına içkin, sola da içkin, istisnası yok. Hegelci bir yerden konuşacağım: Bu biraz da Doğu’nun akıl dışı kalmasına neden olan bir şey. Sanki gerçekten de doğu'yu "akıl" yönetmiyor, çünkü toplum olmanın dayanması gereken ortak bir akılsallığı yok, ortak adalet, ortak iyi yok toplumda, toplumun bir "ethos"u yok.

Kitapta yer alan "entelektüelin politik sorumluluğu" bölümünde, entelektüelin kamusal bir dilin kurucusu olması gerektiğini söylüyorsunuz. Entelektüeller kendi köşelerine çekildikleri için mi politik alanda sürekli baskıya maruz kalıyor?

Baskı altında olanlar kendi köşelerine çekilenler değil. Kamusal figür olmaya kalkanlar baskı altındalar. Aslında özel olarak entelektüeller baskı altında değil, Türkiye'de politik alana ya da idari alana hakikat hakim olduğu için, hakikati zedeleyecek her şey bir tehlike arz ediyor. Egemen "hakikat"e katılmayanlar, kamusal alanda da, sosyal alanda da kabul görmüyor ya da hatta “görülmüyor”. Çünkü entelektüel tavır, öncelikle veri olanı sorgulamak olduğundan, ortadaki doğrunun aslında "doğru" olamayabileceğini, aslında "mutlak doğru" diye bir şey olmadığını söyleme tavrıdır. Bu, egemen dile açık bir başkaldırıdır ve bu başkaldırı entelektüele saldırı ya da baskı olarak geri dönüyor. Medyadaki baskının da aynı nedenlerden ötürü olduğunu düşünüyorum. Farklı söz ve bilginin kurulabilme nedeniyle baskı altındalar. Bu Türkiye'nin yönetilme tarzına içkin, yani sadece AKP'ye ait değil. Çünkü aynılaştırma Türkiye'nin devlet politikası. O yüzden farklılığı ve farklılığa ilişkin hiçbir ilanı istemiyor.

Bir ikinci mesele ise "yerellik". Sözün evrensel olarak kurulamadığı, kendi yerelliği, kendi çerçevesi içerisinde dolaştığı, hatta kendi tikelliğini evrensel olanın üstüne çıkaran bir siyaset tarzımız var. Entelektüel ise, tikeli aşan, evrensel bir dili kurabilendir. Türkiye'de böyle bir entelektüelin yetişmesine bile imkân neredeyse yok. Çünkü entelektüelin dokunulmazlığı yok. Evrensel adına konuşma, konuşmayanlar adına konuşmak entelektüele bir dokunulmazlık verir. Ama entelektüelin sahip olması gereken ve demokrasilerde var olan o dokunulmazlık burada yok. Aslında entelektüelin dinleyicisi de pek yok. Bu dokunulabilme riskini göze alan, sadece kendi bilgisi, sezgisi adına aldığı sorumluluk nedeniyle kamusal alana çıkan, yani kendi sözünü kamusal dolayıma sunan entelektüel de az zaten. Entelektüelin sorumluluğu aslında özgürlüğünden, yani bilgisinden gelir. Örneğin doğrudan kendi bilimsel etkinliğiniz nedeniyle öğrendiğiniz bir şey zehirli atıklar vs. bu bilgi size kamusal bir sorumluluk verir. O bilgiyle laboratuvara geri dönemezsiniz. Artık bu bilgi nedeniyle sorumlusunuzdur. Bu kadar basit bir şeyden bahsediyorum aslında. Ama Türkiye'de bunu yaptığınızda ya kahraman, ya yaramaz oluyorsunuz. Onur Hamzaoğlu davasını hatırlayalım; ondan istenen o bilgiyle laboratuvara geri dönmesiydi ama o zaman sorumluluğunu gerçekleştirmiş olmayacaktı. O, sadece bildiğini söyledi ama suçlu ilan edildi. Aslında ülkenin düşünme iklimi akademiyi de belirlediğinden, bilmek için bilmeyi unutmuş, bilgiyi araçsallaştırmış bir akademi var. Bu nedenle akademiler kolay kontrol edilebiliyor. Tarihsel olarak da, özellikle sosyal bilimler, devlet idesinin yaygınlaştırılması ödeviyle kurulduğu için hala kendilerini orada zannediyor olabilirler. Dolayısıyla memleket aydınları kamusal pozisyonu, en iyi ihtimalle “uzmanlık” ilanı için, kötü ihtimallerle ise milletvekili olur muyum, bakanlık müsteşarı olur muyum, kamusal bir vazifeye sıçrar mıyım gibi niyetler için alıyor; her koşulda bir ikbal olarak görüyor bu durumu.

Akademisyenlere yönelik baskıları nasıl karşılıyorsunuz? Örneğin Büşra Ersanlı tutuklandığında nasıl hissettiniz? 

Akademisyenlere yönelik başkalarından farklı özel bir baskı olduğunu sanmıyorum. Farklı konuşan, devletin “düşmanlarının” yanında olduğu düşünülen herkes baskı altında. Akademisyenler daha çok şöyle bir baskı altında: Kadrolaşma, kadro yoksunluğu, iş güvensizliği, sürekli devlete angajman talebi vs. Bu da bir tür kafayı kuma gömme durumuna yol açıyor akademisyenlerde, statülerini, kadrolarını kaybetmemek için. Çünkü entelektüellerde olduğu gibi akademilerin de dokunulmazlığı yok. Akademinin sahip olması gereken dokunulmazlık akademik özerklikten gelir. Dünyanın en önemli bilim insanlarından olabilirsin ama istediğini istediğin zaman söyleyemezsin diyen ve akademisyeni “memur” yapan bir devlet, en azından otosansüre yol açıyor.

Büşra Ersanlı ya da başka akademisyenler tutuklandıklarında, öğrencilerimiz tutuklandıklarında hissettiğime gelince: Akademi, ülkeyle beraber üstüme yıkılıyor…

KESK'e yönelik operasyonlarda gözaltına alınan akademisyenler olduğunu öğrendiğinizde ne düşündünüz?

Devlet, devletinin yanında olan, devlet için olan ve devlet örgütüne sadık kalan, yani onun memuru olan bir akademisyen istiyor. “Kendi” örgütünü kurmak, bir “devlet memuru” için devletten uzaklaşma ilanıdır. Devlet memurunun, onun için devlet tarafından tanımlanan bir vasıf haricinde bir vasfa yerleşmesi neredeyse başkaldırıdır. Türkiye’de tehlikeli olan, devlet tarafından atfedilmiş tanımın dışına çıkma cüreti göstermektir.

Ayrıca her zaman bir şekilde bir düşman lazım Türkiye’ye. Devlet, yıllardır kürtler ve kürtlerin yanında yer alan sola düşmandı; şimdi nedenini bile anlamadığımız bir biçimde üç aydır DHKP-C'ye yönelik bir operasyon var ve neye ve kime operasyon yapılıyorsa nedendir bilinmez mutlaka bu operasyonun bir “ayağı” KESK oluyor. Galiba KESK’e memleketin tüm düşmanları toplanmış! Ayrımcı bir sistematik üzerine kurulu ulus devletlerin sürekli bir düşmana ihtiyacı olduğundan, biri ortadan kalktıysa hemen yeri doldurulur. Çünkü bir ayrımcı sistemi, ayrımlar üreterek koruyabilirsiniz. Ulus-devletler, hangi türden bir yurttaş istediğini göstermek için, öncelikle hangi türlerini istemediğini gösterirler. Türkiye Cumhuriyeti var oldukça içeride ve dışarıda düşmanlar da olacaktır.

Solun durumu barış sürecinde nasıl konumlanmalı sizce? 
Birgün’de Alper Taş’ın açıklamasını okudum, güzel bir açıklamaydı. Eğer şu an konuşulan bir ateşkes ise, bu bir savaşmama anlaşması olarak barış. Eğer toplumsal biraradalığın yeniden inşası olarak barışı konuşacaksak, yeni ve demokratik bir toplumsallığın inşasını konuşmak lazım. Solun, bu ateşkesin bir barışa, bir toplumsal barışa evrilmesi için, kamusal alanda sözünün olması gerektiğini ve “birlikte yaşama” kavramının altını solun daha güçlü çizebilme marifetinin olduğunu düşünüyorum. Kürt Sorunu Türkiye’nin meselesidir dediğimizde, demek istediğimiz Türkiye’nin demokratikleşmesinin Kürt Sorunu’nun çözümünden geçtiği idi. Şimdi barış talebini aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi talebi olarak sunma zamanı. Solun bu konuda taraf olması gerekiyor. Çoğulcu ve gerçekten demokratik bir Türkiye için solun barışın destekçisi olması gerekiyor.

Entelektüelin sorumluluğu nedir, özellikle bu süreçte? Bu bağlamda, "akil adamlar" nezdinde gerçekleştirilmek istenen bir uzlaşma/uzlaştırma projesi sizce başarıya ulaşabilir mi? 

Akil adamlar projesini anlamlı bulmuyorum. Çünkü kendi sözümüzün olabileceği bir durumda değiliz, “komutanlar”ın ateşkesi kararlaştırmasını bekliyoruz. Ayrıca konuşacak adamlara değil, konuşturacak adamlara ihtiyacımız var. Tanıl Bora yazmıştı Radikal’de. Tamamen destekliyorum, aynı fikirdeyim. Toplumun birbiriyle konuşmasını sağlayacak moderatörlere ihtiyaç var ama kolaylaştırıcıya bile ateşkesten sonra ihtiyacımız var. Şu anda karşımızda olan teknik sorunlardır, nasıl sınır dışına çekilecek, silahlar bırakılacak mı gibi. Bunun için akil adamlara niye ihtiyacımız olsun ki? Peki, ne yapacak bu akıllılar? Toplumu barışın gerekliliğine ikna etmekle memur edildiler sanıyorum. Hangi türünden barışa, sadece ateşkese mi?

Gerçekten yeniden bir arada yaşamayı konuşmaya başladığımızda entelektüel de bu konuşmaya katılmalıdır ama tüm taraflar adına konuşma ayrıcalığına sahip değildir. Onun tek ayrıcalığı konuşamayanları duyma ve konuşturabilme kabiliyetidir. Bazen aydınlar her şeyi çözebilecekmiş gibi tuhaf bir fikrimiz oluyor. Bunun daha ziyade, hakikatle ilişkili bir yanlış fikirden doğduğunu düşünüyorum. Toplumsal biraradalık, ortaklaşılması gereken bir karardır. Bunu yapmanın bir bilgisi, kesin ve mutlak bir yolu yoktur. Aydının sözü de bazen Muhammed’in sözü gibi giriyor konuşmaya; oysa Muhammed’in sözünü de Atatürk’ün sözünü de bir kanaat olarak konuşmaya dahil edebildiğimizde gerçekten demokratik bir konuşmaya geçmiş olacağız. Yeterince kutsalımız var bu toplumda. Hakikatinden sual olunmaz bir söz sahibine ihtiyacımız hiç yok. Ayrıca bu akil adamlar tarzı, garip bir tarz. Hem uzlaşma ve uzlaşma metni olmayacak, silahlarını alıp gitsinler yeter diyeceksiniz, hem de sanki bir uzlaşma projesi varmış gibi atamayla belirlediğiniz birilerini bunu anlatmakla memur edeceksiniz, tuhaf. Amaç bir uzlaşım sağlamaksa, tüm toplumsal kesimleri temsilcilerinin, kanaatleri genişlemiş bazı insanlarla bir araya gelmesini sağlarsınız; bu insanlardan da farklı kanaatler, bakış açıları arasında bir diyalog oluşmasını sağlamayı beklersiniz. Bence Türkiye artık hakikatsiz yaşamalı; hatta, Türkiye bir süre hukuksuz ve anayasasız yaşamalı. Zaten fiili olarak bir anayasa yok, garip bir emir hukuku ile yaşıyoruz. Yeni bir hukuk için, insanlar arası hukukun oluşması ve sonra da bu hukukun yazılması için bir süre anayasasızlık iyi olabilir.

Kalıcı bir barış mümkün mü? 

Mümkün, tabii istenirse… Ancak demokratik bir toplumsallıkta kalıcı bir barış mümkündür. Özellikle İslami kesimde ve bazı liberallerde şöyle bir hal var: Tamam ne olduysa oldu, artık onları konuşmayalım, geçmişte bırakalım diyorlar. Ama ancak savaşın nedenini geçmişte bırakabilirsiniz o da, anayasanın ve başka bazı savaş nedenlerinin değişmesi ve yeni bir toplumsallığın kurulması ile mümkün. Kalıcı barış, her türlü anti-demokratik ve zalimane olan uygulama ve yasaların değişmesi ile mümkündür. Aksi takdirde, bugün barışır yarın yine kavga edersiniz. Kalıcı barış için, her türlü ayrımcı, öteleyici, eşitsizleyici yapının, yani savaş sebebinin ortadan kalkması ve bu toplumun damarlarına kadar işlemiş kötülüklerden kurtulması gerekir. Bu kötülüklerden kurtulmak için hem yapmış olduğun kötülüklerin hesabını hem de bir daha yapmayacağının garantisini vermen lazım. Bu da ancak, yeniden bir arada yaşamanın ilkelerini koyarak, yeni ve demokratik bir toplumsallık kurarak olur. Yani yeni bir anayasa olmadan olmaz.

0 yorum:

Yorum Gönder